30- Biber gazı

   



     Erken kalkılmış ve boş sokaklardan yürüyerek gelinmiş - bu arada bir de cami ziyareti ve yalan yanlış bir namaz da eklenmiş- , bu nedenle de biraz da geç kalınmış bir vaziyette gazete idarehanesine ulaşılmış olsa da henüz sabahın erken saatleri denebilirdi acar muhabirimizin işyerine gelişi. Daha apartmana girmeden durakta en ön sırada yerini almış bekleyen -özel görevli- şoför Osman beyin, bayrama gidecek  bir çocuk heyecanı ve sevinci içindeki hali, hareketlerinden, ve özellikle de gözlerinden okunuyordu, o anda gencimiz bugünün çok heyecanlı ve yoğun geçeceğini, adeta ''tarihi'' bir gün olarak en azından kendi hafızasına kazınacağının farkına vardı. Kapıyı çaldıktan sonra hemen otomatın kilidi açması da içeridekilerin de çoktan gazaya hazırlanmış bir birlik gibi hazır bir durumda, ve günün mana ve öneminin farkında olduklarının bariz bir ifadesiydi.


     Gerçekten de içeride görünürde bir olağanüstülük olmasa da, Kaptan Sacit Sami beyin pırıl pırıl parlayan masasının arkasında aşk gemisinin kaptanı gibi gösterişli ve heybetli oturuşuna bakılırsa tüm hazırlıkların tamamlandığı, bu tarihi günde çıkılacak tarihi sefer için tüm hazırlıkların ikmal edildiği, fotoğraf makinesi, ses kayıt cihazı gibi klasik muhabir alet edevatı olmasa da artık bunların hepsinin yerine geçen cep telefonlarının şarjının tamam eylendiğini, hatta minik bir bataryanın da Jalenin bez öğrenci heybesinin içinde annesinin hazırladığı sandviç ve iki adet yarım litrelik pet şişe suyun yanında yerini aldığından adı gibi emindi acar muhabirimiz. 


     Hazırlıklar tamamlanıp son eksikler de gözden geçirilip, kaptanın, pardon Patronun son uyarı ve muvaffakiyet dilekleri de alındıktan sonra dışarı çıkan iki gencimiz pruvaya doğru, daha doğrusu Osman beyin taksisine doğru ilerlediler, Osman bey hemen arabadan dışarı fırladı ve gençlerimizi büyük bir saygı ve özenle, adeta çocuğunu ilk defa okuluna götüren bir ebeveyn ihtimamı ve dikkati ile aracına bindirdi ve adet yerini bulsun diye -Boğaziçine, değil mi? diye de sormayı ihmal etmedi. Fahrettin de evet Osman ağabey aynen, dedi, o anda kaderlerini onun ellerine teslim etmiş iki öğrenci, ama gerçekte gözleri bağlı olarak kurban sunağına götürülen iki kuzu gibiydiler, sessizliğe bakılırsa durum o meşhur gerilim filmini de pek aratmıyordu doğrusu.


     Otomobil adeta uçar gibi en kısa ve sakin yollardan giderken iki genç ufuktaki belirsiz bir noktaya gözleri sabitlenmiş gibi kaderlerine teslim olmuş, adeta bir bilinmeze doğru giden iki uzay yolcusundan farklı değildi. Aniden karşılarına çıkan demir kapı, ufuktaki hayalleri o anda sildi ve gençlerimiz gerçek dünyaya döndüler, acar şoför Osman bey aracını olay yerine biraz uzakta olsa da güvenli bir yere park ettikten sonra iki kuzuya dönerek; -Haydi gençler! size kolay gelsin, fazla kalabalığa girmeden önce kendi canınızı ve emniyetinizi düşünerek işinizi yapın, en ufak bir tehlike sezdiğinizde hemen olay yerini terk edin, ben buralardayım, işinizi bitirince beraber döneriz, dedi. Fahrettin;  -ağabey sen bizi bekleme, iş uzayabilir, merak edecek bir şey yok zaten, biz kendimiz dönebiliriz yazıhaneye, dediyse de adamın işinin zaten bu olduğunu ve onu dinlemiyeceğini de bildiği için fazla da üstelemedi ve ''devlet destekli'' ya da amerikancasıyla ifade edersek ''Embedded'' gazeteciliğin de bir şekilde gazetecilik olduğuna kendisini inandırarak teselli buldu ve Jaleyi de fazla tehlikeye atmadan şu işi bir an önce bitirelim hayırlısıyla diyerek ''olay mahalline'' doğru yürüdü. Jale zaten ondan önce kapıda biriken kalabalığa, sanki bir kaç arkadaşımı bulur görüşürüm umuduyla yollanmıştı bile. 


     Üniversitenin gösterişli bir işçilikle yapılmış olan tarihi ferforje kapısı kalın zincirlerle kapatılıp kilitlenmiş, dışarıdaki meydanda içeriye girmek isteyen öğrenciler, bazı ana babalar, gazeteciler, televizyoncular, ve tabiatıyla ve  kesinlikle sivil polisler ve hatta gizli servis ajanlarından oluşan bir kalabalık, onları seyre gelmiş bir kısım boşta gezer insan, olayları tahrik edip bir kargaşa çıkarmak ve onu bunu yumruklamak aşkıyla tutuşan işsiz güçsüz lumpen takımı, simitçiler, hatta güvenli bir mesafede yerini almış ve yanık et kokusunu şimdiden etrafa saçmaya başlamış tükrük köfteciler bile vardı adeta bayram yeri halini almış bu ufak alanda. Dışarıdan görüldüğü kadarıyla, aynen her akşam televizyon haberlerinde görülen manzara aynı şekilde bugün de tekrarlanıyordu. Akademik giysilerini giymiş ve sanki sabah içtimasına çıkmış askerler gibi belli mesafelerle düzgün bir şekilde sıralanmış çoğu yaşlı ve ciddi görünümlü öğretim üyeleri ana bahçede ayakta rektörlük binasına doğru dönmüşler, ellerinde uzaktan zor okunan pankartlarla rektörü protesto ediyorlar, sonra da rektörü tanımadıklarını ifade etmek için hep beraber arkalarını dönüyorlardı. Demir kapının arkasında güvenlik elemanları yerlerini almış, kaleyi savunan askerler gibi kanlarının son damlasına kadar kapıyı açmamak için mücadeleye hazır bir görünüm içindeydiler. Rektör bey makamından bu manzarayı izliyor muydu yoksa o da hocalara arkasını mı dönmüştü orası belli pek değildi ama, demir kapının dışındaki öğrenciler de hocalarını desteklemek amacıyla ellerindeki pankartlarla protesto sloganları atıyor, Rektör İstifa!, Atanmış değil seçilmiş rektör!, İktidar, kirli ellerini Üniversiteden çek!, Üniversiteler özgürdür!, Hükümet İstifa!, YÖK istifa!, Öğrenim hakkı engellenemez! gibi sloganları önce bir gür sesli genç söylüyor, sonra hep birlikte bağırarak tekrarlıyorlardı. Acar muhabirimiz uygun açılardan bir kaç fotoğraf çekip, bir kaç kısa video daha kayda aldıktan sonra -bir gözü de Jale'de- kalabalığın içine doğru ilerlemek istedi, ama o anda gençleri sarmış bir polis zinciri ile karşılaştı. İçeri gençlerin arasına girmesini engelleyen polislere basın kartını gösterdi ama nafile, polis sert bir şekilde uzak dur, yasak! dedi. Gazeteciler anlaşılan bu kalabalıkta en istenmiyen kişiler grubundandı. Bu arada gençler aniden kapıya doğru yüklendiler ve Kapıları açın! bizi dışarıda bırakamazsınız! Biz öğrenciyiz! Satılık Polis, satılmış Vali, İstifa! diye bağırarak kapıyı sallamaya, zincirleri zorlamaya başladılar, içerideki güvenlikçiler de kapıyı tutarak zincirlerin kırılmasını önlemeye, hatta kapıya sarılmış gençlerin ellerine sopalarla vurmaya başladılar. O esnada emniyet amirinin sesi hoparlörden gürledi; -Kapıyı zorlamayın! aksi takdirde sizi dağıtmak zorunda kalacağız! Dağılın! size beş dakika veriyorum, dağılmazsanız hepinizi dağıtır ve tutuklarım! dedi. Gençler bu mesaja daha da kızdılar ve Katil Polis! Hain Vali! eğitim hakkımız engellenemez, okula gireceğiz! diye sloganlar atarak kale kapısını daha bir güçle zorlamaya, içerdekilere küfür etmeye, ellerindeki ufak tefek taşları atmaya, pankartlarla güvenlikçilerin ellerine vurmaya başladılar. Her sabah aşağı yukarı aynı şekilde protesto yapıp sonra da sessizce dağılan bu kalabalık, sanki bugün bizim muhabirlerimiz için özel bir gösteri sahneye koymak ister gibiydiler. Tabi polisin de canına minnet, onlara da kendilerini göstermek fırsatı düşmüşken boş duracak değiller ya, hemen gaz maskelerini takmaya, robokop misali düzen alarak savaş durumuna geçmeye başladılar. İş ciddi bir hal almaya başlamıştı, ama gençlerin de geri adım atmaya niyetleri yoktu sanki. Emniyet amiri zırhlı aracının içinden son bir defa uyarıda bulunduktan sonra, neferlerine -Arş yiğitlerim düşman üstüne! der gibi bir gürleme ile müdahale emrini verdi, o anda topluluğun içinde biber gazı bombaları patlamaya, ortalığı kesif  ve gözleri burnu yakan bir duman yani biber gazı kokusu kaplamaya başladı. Topluluk içindeki bazı gençler bu bombaları tekmelemeye, bir kısmını alıp polislerin üzerine atmaya çalışsa da zaten maskelerini takmış polislere hiç bir etkisi olmuyordu bu çabanın. Bazı tecrübeli gençler ıslak mendillerle ağızlarını burunların kapatmaya, yaşaran gözlerini yıkamaya çalışsa da ortalığı bir savaş meydanı havası kaplamıştı artık, öksüren, kusan, ağlayan bağıran gençlerin üzerine bu kez Tomalardan tazyikli su fışkırtılmaya başlandı, bir yandan da polisler önceden belirledikleri ve lider olarak tespit ettikleri veya mimleyip gözlerine kestirdikleri gençleri coplarla dövmeye, yere düşenleri tekmelemeye, ellerine geçirdiklerini büyük bir nefret ve zalimlikle yerlerde sürükleyerek polis araçlarına taşımaya başladılar. Durumdan etkilenen anne babaların, hatta yaşlı amcaların, teyzelerin; -Yapmayın! Vurmayın! ne olur, bırakın çocuklarımızı, onların suçu ne?, Onlar okumak istiyor okullarına girmek istiyor sadece, yazık değil mi bu gençlere! diye bağırmaları da fayda etmiyor, hatta bu orantısız şiddetten onlar da nasiplerini alıyorlardı, bir yaşlı adamın kafası yarılmış, yüzü gözü kanlar içinde kalmış, bir yaşlı kadıncağız bir taraftan evladının adını bağırıyor, öte yandan polislere lanetler okuyor, beddualar ediyordu. Bu sahneler polisleri daha da korkunçlaştırmış, daha da acımasız birer canavar haline sokmuştu adeta. Sanki öğrencilere; -Siz belki çok zeki, çok akıllı, yakışıklı, geleceği parlak gençler olabilirsiniz, ama bunlar bize vız gelir tırıs gider, siz çapulcusunuz, anarşistsiniz, bölücüsünüz, isyancısınız, sizi biz işte böyle yola getiririz, bizim gözünüzde köpek kadar bile değeriniz yok, siz beyzadelerin, çıtır kızların, ana kuzularının haddinizi bildireceğiz, size kim olduğunuzu göstereceğiz! emirlere karşı gelmenin ne demek olduğunu size öğreteceğiz, bize, reisimize küfretmenin ne olduğunu size göstereceğiz! dercesine savaşta düşmana bile duyulmayacak bir kinle ve adeta bir meydan savaşı alanındaki yetiştirilmiş seçkin askerler gibi maharet ve acımasızlıkla ''işlerini'' icra ediyorlardı. Ortalık savaş meydanına dönmüş, hırs kin ve nefretten gözler kör olmuştu o anda.


     Fahrettin'in aklına Picasso'nun Guernica tablosu geldi. Faşist rejimi desteklemek amacıyla Hitler tarafından gönderilen bombardıman uçaklarının Guernica şehrinin üzerine yağdırdıkları bombalar sonucu oluşan korkunç manzaranın  ustanın kendi sanat anlayışıyla yorumlanması sonucu ortaya çıkan bu dev tablodaki manzara, izleyicilerde nasıl korkunç ve hüzün verici bir etki yaratıyorsa işte şimdi neredeyse aynı duygular altındaydı gencimiz de. Büyük bir acı ve nefretle doldu o anda içi. nedir bu yahu! dedi, Nazileri geçtiniz vahşette! yazık değil mi bu çocuklara, ana babalarına.. nedir bu gayretkeşlik, hırs, nefret! yazıklar olsun size, size bu emri verenlere, reislerinize! dedi ve bir an kendisini kaybederek polislere, şeflerine saldırıp onlara misliyle mukabele etme isteği duydu, ama tam onlara doğru hamle ettiği sırada gizli bir el onu sıkıca kavradı ve adeta o badirenin içinden çekip çıkardı. Sanki polislerin arasından bir koridor açılmış, güçlü bir çengel onu ensesinden yakalamış tereyağından kıl çeker gibi olay mahallinden uzaklaştırıyordu. Heyecan ve sinirden zaten artık yarı insan yarı medyum bir halde ve ne yaptığını bilemez bir durumdayken şimdi sanki bir kara deliğin çekim gücüne kapılmış gibi elinde olmadan ortamdan geri geri uzaklaşıyor, tersinden oynatılan bir filmi seyreder gibi yoğunluktan sakinliğe, gürültüden tenhalığa ve sessizliğe doğru yol alıyordu. Bir süre sonra kendisini az önce ayrıldıkları Osman ağabeyin taksisinin yanında buldu, o anda da aracın içinde Jale'nin büzülmüş bedenini gördü ve büyük bir sevince kapılarak ferahladı, ama yine o anda da Jale'nin sarsıla sarsıla ağlamakta olduğunu gördü şaşırarak. Göz yaşartıcı gazın ağlatma etkisi yoktu ama ağlamak isteyenlere meşru bir sebep olduğu kesindi. Kendisinin de gözlerinin yaşlarla dolu olduğunu, çaresizlik ve umutsuzluktan kaynaklanmış bu göz yaşlarının hem gözlerini hem de yaralı ruhlarını yıkamak amacıyla gürül gürül akmakta olduklarını hissetti o anda.


     Ağlamak!, evet ağlamak ne güzel bir çaredir. İnsanoğluna bahşedilen en büyük ilaçlardan biridir gözyaşları. Çaresizlikten, elden bir şey gelememesinden, o her şeyi ezip geçen acımasızlıklara karşı hiç bir şey yapamamanın yüklediği o zavallılık hissinden çıkmanın bir yolu olmasa da, hiç olmazsa onunla baş etmenin insanca bir yoludur ağlamak. Bir insan yavrusu doğduğunda neden ağlar acaba? Bir bebek anasından, o korunaklı rahimden ayrılıp da dünya üzerine gelince ciğerlerindeki suyu boşaltıp da yerine aldığı o ilk nefesten sonra önce mırıldanmaya, sonra da kendi sesini tanıyıp daha güçlü bir şekilde bağırmaya başlar da büyükler onu bir ağlama olarak kabul edip bir yaşam belirtisi, mutluluk veren bir güzel ses olarak anlarlar ya, acaba bu ses bilinçli bir ağlama mıdır bilinmez, belki de o anda bebek tek başınalığını, güçsüzlüğünü, varoluşunu mu anlamıştır da etraftan bir yardım, bir ses beklemektedir. Meşhur bir şair bir şiirinde mealen; - Öyle bir hayatın olsun ki sen ağlarken herkes gülsün, sen gülerken de herkes ağlasın demiştir, ve bundan bir bebek olarak dünyaya gelip de ağladığında etrafın kalabalık olsun, herkes sevinçle gülsün, senin ağlaman onlara neşe ve sevinç versin, sonra da sen güzel bir hayat yaşayıp ölürken gurur ve mutluluk hissiyle son nefesini gülümseyerek verirken de bu kez çevrendeki herkes üzüntü ve büyük bir kayıp hissiyle ağlasınlar diyerek hayatın en güzel nasıl yaşanacağını ve böylelerine ölümün de nasıl en sevinç verici bir olay olacağını anlatmak istemiştir, işte böyle bir hayatta ağlamak ne kadar güzel bir şey olsa gerek. İnsan en nihayetinde güçsüz bir varlık, hatta tabiatta kendisini korumakta olsun, afetlerde veya diğer acı verici ortamlarda olsun tek başına kalınca hemen hemen en aciz varlık, çöllerde bir kaç saatten fazla yaşayamaz, kutuplarda denizde aşırı sıcaklarda aşırı  soğuklarda yine aynı şekilde en dayanıksız canlılardan biridir. Buna rağmen kendisine en güvenen, yapamayacağı bir çok şeyi sırtlanabilen, her türlü yoksunluğa rağmen korkusuzca tehlikeye atılabilen bir varlık. Çoğu zaman da bu cesaretinin sonucunda ister istemez başarısızlık, hayal kırıklığı, beklentileri karşılayamama, yenilgi, çöküntü hissi, kötümserlik, ümitsizlik gibi ruh hallerine kolayca düşebiliyor, böyle durumlarda göz yaşı adeta bir ilaç, sağaltıcı bir sihirli hayat suyu. Özellikle kadınların faydalandıkları bir iksir. Erkekleri hep; Erkekler ağlamaz!, Kadın gibi ne ağlıyorsun öyle! Ağlayacağına bir şeyler yap! gibi sözlerle güya sert ve kararlı, güçlü karakterli olarak yetiştirmeye çalışmışlar da ne olmuş? Sonunda ya acımasız birer zalim, ya duygusuz birer canavar, ya da birer kabadayı hatta katil haline getirmişler. Ne olurdu yani erkekler de biraz ağlayabilseler de insan olduklarını, güçlerinin sınırlı olduğunu, her zaman her şeyi yapamayacaklarını, savaşların, kaba kuvvetin ve kötülüklerin hiç bir şeyi düzeltemeyeceğini, tersine daha da kötü sonuçlara, kin nefret ve intikam hislerine yol açacağını, her şeyi daha da zorlaştırıp içinden çıkılamaz hale getirdiğini/getireceğini bilebilselerdi. 


     Jale acaba neye ağlıyordu şimdi? Okuluna devam edemediğine mi, polisten dayak yiyen arkadaşlarının acıklı haline mi, yoksa olan bitenlere karşı elinden bir şey gelmediğine, acizliğine mi ağlıyordu? Bu kadar süredir hayalini kurduğu, orada bilimle sanatla, medeni bir ortamda araştırarak tartışarak yapacağı üst düzey tahsil görme imkanının şimdi artık çok uzaklarda bir hayal olduğunu, gerçeklerin şimdi elle tutulur gözle görülür bir halde karşısına çıkıverdiğini, böyle bir ortamda bilim yapmanın, kariyer oluşturmanın, özgürce tartışıp araştırma yapmanın çocukça bir hayal olduğunu anlamasının verdiği çaresizlik hissi miydi yoksa onu ağlatan?. Peki kendisi niçin ağlıyordu? Toplumunun içine düştüğü sonuçsuz debelenmeden, insanların enerjilerinin ve birikimlerinin hiç bir değerinin olmadığının kaba bir biçimde gözlerin önüne konmasından, meselenin öğretim, eğitim, kalkınma, vatanseverlik, insanlık onuru, erdem ve ahlak meselesi değil, sadece ve sadece kişisel hırs ve çıkarlar uğruna kitlelerin ve masum vatandaşların birbirlerine kırdırılmasından ibaret çirkin ve ahlaksız bir oyun olduğunu anlamasından dolayı mı ağlıyordu acaba? O liderler ve karşısındaki diğer lider adayları, hatta rektör ve öğretim görevlilerinin umurunda mıydı bu birbirinin kafasını gözünü yaran, yerlerde sürükleyen ''halk çocukları''? Onlar sadece geçici roller için koşan, günlük küçük hesaplar için çabalayan, genel yönetmenden ve asıl oyuncu kadrosundan bile neredeyse habersiz birer figürandan ibaret  insancıklar mıydı nihayetinde? Üstüne, acaba o kendini genel yönetmen sanan, oyun kurucu gibi gören, insanlar birbirlerini yerken tribünlerden mağrur bakışlarla sahneyi pişkin pişkin seyreden lider bozuntuları ne yaptıklarının farkında mıydılar? Hırstan, gurur ve nefretten gözleri dönmüş halde sahneye koydukları bu iğrenç oyundan dolayı asıl kendilerinin de birer zavallı figüran olduklarını, görevleri bitince kuklacı ustanın onları da alıp kutularına koyacağının bilincinde değil miydiler acaba? Hiç bunları bilseler bu kirli oyunlara alet olurlar mıydı ki?.. Kim bilir belki de olurlardı.. ''İnsan'' bu bilinmez..


     Bütün bunları düşünürken, kendisini tutup o arbedenin ortasından çıkaranın Osman ağabey olduğunu sonunda anladı gencimiz. Devletin gizli ajanı, satılmış bir ucuz adam, ''ajan provokatör'' diye nitelendirdikleri ve alay ettikleri bu adam orada ona gerçekten bir ''ağabeylik'' etmiş, muhabirliğin muhariplik olmadığını, haksızlıklar karşısında ilk görevinin bir haberci olarak durumu tarafsız bir şekilde kendisinden haber bekleyen kitlelere ulaştırmasının asli görevi olduğunu, hatta bir tarafı tutsa bile vicdanını bile o anda bir tarafa bırakıp önce haberciliğini yapması gerektiğini ancak bir vatandaş olarak ondan sonra içinden geleni ve kendisine yakışanı yapabileceğini öğretmişti ona. Şimdi bunu anlayınca asıl o zaman ağlamaya, gözlerinden boşanan yaşların asıl sebebini o zaman hissetmeye başlamıştı. Şimdi iki genç hem bir birlerinden utanarak hem de birbirlerine gittikçe daha yakın hissederek her biri kendi sebebine ve haline, ondan sonra da bu acıklı ortamda yaşadıklarına ağlıyorlardı.


     Onları bir süre sessizce izleyen Osman bey yumuşak bir sesle; -Gençler işimiz bitti galiba, dönelim mi artık? dedi. Fahrettin; -Dönelim Osman ağabey, ama bir isteğim var, buraya çok yakın Tevfik Fikret in Aşiyan müze evi var, bir oraya uğrayalım da biraz orada dolaşıp kendimize gelelim, düşünmeye ve hissetmeye çok ihtiyacım var şu anda, orası da bu iş için en uygun yer.  -Ne dersin Jale? dedi. Osman bey dikiz aynasından bu yaralı iki gence babacan bir tavırla bakıyordu o anda...








                                                                 *                      *                     *








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke