31- Yeniden Aşiyan

 



     Bu zamana kadar Jale ile pek de yakın olmamıştı -zaten kaç gündür tanıyordu ki?- , ama şimdi, o sabahki acılı maceradan sonra iki savaş malûlü genç, Osman ağabeyin arabasının arka koltuğunda olay mahallini terk ederken sanki uzun zamandır beraber olmuş, acı tatlı anları yaşamış, bir şekilde kader ortaklığı etmiş iki yoldaş gibiydiler. Fahrettin, şoför Osman beye isteğini açıklayıp sonra da Jale'ye dönerek onun da fikrini almak istemişti gayrı ihtiyari, ama ancak o anda o soruyu, kendisini ona daha yakın, nasıl desek; bir iş ortağı veya meslekdaş gibi değil de, daha candan bir dost, yoldaş, ülkü ve silah arkadaşı gibi bir duyguyla sorduğunu hissetti. Jale de, o ana kadarki çökmüş ve küçük bir çocuk gibi ağlamakta olan ruh halinden sıyrılmış, gözleri hâlâ kızarık, kirpikleri henüz nemli olsa da, artık daha bir olgunlaşmış ve kararlı bir sessizlik içine girmiş gibiydi, ve Fahretinin kendisine dönmüş olan ve soran bakışlarına; -Tabi, neden olmasın?, hatta çok iyi olur bence de, diyerek ve hafifçe de gülümseyerek yanıt vermişti. Aslında hem teyzesi ve eniştesiyle, hem de ailecek çok kez gelmişlerdi oraya, ama bu defaki ziyaretin hepsinden farklı, hatta daha önemli olduğunu hisseder gibiydi o da şu an.


     Araba kısa bir yolculuktan sonra, bir zamanlar Tevfik Fikret'in -acaba sadece adını söyleyip geçivermek yeterli olacak mı bu koca şairin, daha doğrusu bu muazzam idealistin bilmem- mimari tasarımını bizzat kendisi çizip planlayarak yaptırdığı, insanlardan uzak, adeta bir kartal yuvası olarak tahayyül ettiği, o zamanlarda öğretmenliğini yaptığı Robert Kolej'in yakınlarında bulunan bu mütevazı evinde yaşayıp adeta kendi kendisini tecrit ederek hayal kırıklığı içinde ömrünü tamamladıktan sonra, naaşı  önce Eyüpsultan mezarlığındaki aile kabristanına defnedildikten sonra 1961 yılında mezarı da evinin bahçesine taşınarak bundan sonra da burası artık Aşiyan Müzesi olarak ziyarete açılmış olan ve  onun hayatından, eşyalarından, eserlerinden bir kısmının sergilendiği şirin bir mekan olarak tanınan bu çok özel yerin önünde durdu, iki yorgun ve yaralı genç ve olayın en yakın şahidi, hatta -günümüzün deyimiyle- moderatörü, arabadan sessizce inerek müze girişine doğru ilerlediler.


     Üçlü içinde en heyecanlı olanı kesinlikle Fahrettindi tabi ki, buraya kırılan hayallerini hatta moralini tamir için, yeni bir güç ve enerji kazanmak, eskilerin deyimiyle maneviyatını toparlayabilmek için gelmiş, hatta Jale'nin de aynı şeye ihtiyacı olduğunu nerdeyse emin olacak derecede düşünmüştü, kişi herkesi kendi gibi bilirmiş derler, onun da sanki buraya ilk kez geldiğini farzediyordu o anda, nereden bilsin garibim. 


     Jale sanki daha karışık duygular içindeydi, biraz önce okulunun önündeki vahşet sahnelerine mi yansın, arkadaşlarının, okulunun hocalarının düş(ürül)düğü vaziyetlere mi üzülsün, daha yeni başladığı üniversite hayatının gözlerinin önünde ikiz kuleler gibi çöküşüne şahit olmasına mı kahrolsun, hayal ettiği kariyerinin ellerinin arasından kayıp gidivermesine mi yazıklansın bilemiyordu. Bu durumlardan onu Fahrettinin önerisi belki kurtarır ümidiyle can simidine sarılır gibi düşünmeden evet demişti ve şimdi işte müzeden içeri doğru girmekteydiler, ama o hâlâ biraz önceki kaosun etkisindeydi kesinlikle, bedeni buradaydı, ama -o anda kalmışsa artık- ruhu bambaşka yerlerdeydi kesinlikle. Elinden biri tutsa o anda, babasının elini tutan küçük bir çocuk gibi güven ve teslimiyet içinde o eli sımsıkı tutup nereye gittiğini sormadan, hatta neler olup bitmekte olduğunu bile düşünmeden oraya gidecek durumdaydı, şu ortamdan ve ruh halinden çıksın da ne olursa olsun vaziyeti.


     Osman bey bu kadar sene yaşamış olmasına, belki önünden yüzlerce kez geçmiş olmasına rağmen burası nedir, içeride ne vardır, hatta Tevfik Fikret kimdir ( o kadar da abartmayalım, ilk okulda mutlaka duymuştu adını ve bir şair olduğunu biliyordu tabi) diye bu yaşına kadar merak bile etmemişti. Ama oğlunun Amerikaya gidip de bir daha dönmediğini, hatta orada papaz olduğunu -Allah korusun!-  şimdi hatırlayıvermişti işte. Bunlar aklına gelince içinde küllenen kin ve nefret ateşinin bir kışkırtıcı rüzgar yakalayarak tekrar alazlandığını da hissetti o an. Bu çok tanıdık ve bildik duygu onu tekrar canlandırdı ve etrafa daha bir hırsla ve kan kokusu arayan bir kurt hissiyle bakmaya başladı. Damarlarındaki asil kan daha bir hızla deveran etmeye başlamıştı bile. Ne âlâ memleket! Adam bulmuş böyle güzel manzaralı yeri, ohh! keyif sahibiymiş doğrusu beyzadem! bunların hepsi böyledir işte! hem memleketin ekmeğini yerler, -ekmek ne kelime, kaymağını balını götürürler-, ondan sonra da rahat batar, bitleri kanlanır, padişahımız efendimize nankörlük edip fitne çıkarırlar. Ben olsam bu evi müze yapacağıma gariban çocukları için okul yaparım, veya harp malülleri için veya devlete hizmet etmiş nice isimsiz kahraman evlatlarına tahsis ederim ibret için and olsun!, dedi.


     Bu şairler garip insanlardır işte, durur durur bir laf ederler, uyuyan yılanı uyandırır, eşşeğin aklına karpuz kabuğunu sokarlar. ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Sen en asil ailelerin elinde, saray gibi konaklarda doğ, dadılarla lalalarla mürebbiyelerle büyütül, zamanın en iyi mekteplerinde eğitim gör, oraları da birinciliklerle, aliyyül âlâ'larla bitir, devletinin önüne serdiği makamlardan mansıplardan istediğini beğen istediğine burun kıvıracak durumlara gel, boy pos desen sende, ense kelle kulak desen yerinde, sıhhatten neredeyse yanağından kan damlıyor, yaşıtlarının hayallerinde bile olmayan imkânlar emrine âmâde durumda, eee sonra? en güzel tarzda öğrendiğin yabancı dillerle yazılıp önüne gelmiş eserlerden bula bula şairlerin, ediplerin üstelik de onların en tehlikelilerinin eserlerini oku, onların etkisinde kal, sen de memleketinde onların istediklerini istemeye başla, hatta kendi kafanda ve senin gibi yetişmiş gençlerle beraber gizli cemiyetler kur, gizliden veya açıktan risaleler, gazeteler yayınlamaya başla, müesses nizamı yerin dibine batırmaya çalış, Fransız halkının çektiği dertlerin aynısını senin halkının da çektiği vehmiyle onlara benzer fikirleri sen de burada yay ve Padişah hakkında ileri geri konuşmaya yazmaya başla, hiciv ve yergi şiirlerini elden ele dolaştır. Kırdığın ceviz kırkını aşmaya başlayınca da zavallı ana babanın yapma etme yavrum diye sızlanmalarını da dinlemeyerek iyice zıvanadan çık, Taksim meydanından elinde kızıl bir bayrakla kalabalıkların önüne geçerek Yıldızdaki saraya doğru bir ayaklanma başlatma hayallerine gir, ama daha Dolmabahçeye varmadan arkanda sivil polisler ve jurnalciler dışında kimseciklerin kalmadığını fark ederek yeise kapıl ve ondan sonra da kartal yuvana çekil. Olacak şey mi bu yahu şair efendi?! Tamam Lebon'da cam kenarında en güzel mönüyü yerken camın dışından bir çelimsiz çocuğun imrenerek sana baktığını gördün ve hicap duydun, insansın tabi ve kelebeği çiçeği bile örselemekten korkar şekilde yetiştirildin, sana da bu yakışır, ama ey koca şair, bu kadar da hayalperestlik olur mu? sana ve sana emek verenlere de yazık değil mi? Evet çok dürüstsün, hak etmediğin maaşın tek kuruşuna dokunmazsın, zaten ihtiyacın da yok, üstelik padişahımız efendimiz seni iyi anlamış, senden kimseye hatta ona bile zarar gelmeyeceğini biliyor, hatta seni en güzel okuluna, Sultanisine müdür bile yapmış, en hayta öğrencileri bile efendiliğinle, nezaketinle utandırarak adam ediyorsun, daha ne olsun Fikret bey, her şey bu kadar kolay değişir mi, bir tencere suyu ateşe koysan o bile bir saatte ancak kaynarken sen devrim ateşini bir çıra ile yakıp koskoca sarayı yerle bir edeceğine nasıl inandın? Evet, ancak şairler inanır diyecekler, sonra da, arkandan timsah gözyaşı dökecekler. Şiirlerindeki coşkuya kapılan, dürüstlük ve erdem timsali sözlerine güvenen İttihatçı liderleri de seni el üstünde tutacak, şiirlerini bir güzel kullanıp halkı ayaklandırıp Padişahı hal ettikten sonra getirdikleri kukla Padişahı parmaklarında oynatıp aynen eski kudretli padişah gibi davranmaya başlayacaklar, onların çevresini saran sülükler ve yiyiciler de her devirde olduğu gibi işlerini yürütmeye başlayacaklar, bunu da fark ettiğinde yine sen hayalkırıklığına uğrayacaksın ey koca şair. Küskünlük içinde oldukça erken yaşta öldüğünde memlekette bir grubun bayrağı, manevi lideri durumundasın, ama öte yandan koskoca memleketteki saf ve kolay kandırılan, dindar ama dincilerin elinde oyuncak durumundaki zavallı halkın gözünde padişah efendimize nankörlük eden, din düşmanı, hatta gizli hristiyan ve misyoner (öyle ya oğlu papaz olmadı mı?) beyzade ve bozguncu biri olarak tanınan bir şair olarak bilineceksin. Zaten kullandığın ağır osmanlıca ve edebiyat ı cedide akımı da kısa süre sonra unutulup gidecek, seni okuyup anlayan da kalmayacak, ne kadar acı bir akıbet!.


     Gizli teşkilat mensubu ve kendince vatansever ve milliyetçi Osman bey, işte tam da bu şekilde olmasa da yukarıda hülâsa ettiğimiz bu büyük şairin hayat muhasebesi hakkında aşağı yukarı böyle şeyler düşünüyordu, ve ne yazıktır ki ahalinin ekseriyeti de hâlen bu şekilde düşünmektedirler kanaatindeyim. Hürriyet, Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi o zamanın gözde kelime ve kavramları, zaman içinde kâh çok parlak ve  cazibeli, bazı hassas devirlerde ise değil kullanımı, hatta ağıza alınması bile son derece tehlikeli cıss! fikirler olup, iki şahitle adam astırabilmekle övünen hukuk (!) adamlarımızın elinde atom bombası gücünde silahlar haline gelebilmektedir. Hele bir de bunlara sonradan ilave olan Komünizm, Sosyalizm, Maoizm, Bolşevizm, hatta hatta zaman zaman Turancılık, kızılelmacılık, üçüncü dünyacılık vb. de eklenince tadından yenmez vesselam! Aman aman elem tere fiş, kem gözlere şiş, hanelerden ırak, cehenneme direk olsun bu kökü dışarıda kelimelerin. Bize yerli ve milli kelimeler ve fikirler yeter de artar bile, Ülkü, Bayrak, Din, Diyanet, Maneviyat, Mukaddesat, Milliyet ne güzel şeyler değil mi? Koskoca bir halkı bu kelimelerle asırlar boyu sevk ve idare etmek mümkündür, ithal fikirlere, zararlı akımlara, ne idüğü belirsiz nazariyelere hiç mi hiç ihtiyacımız Yohturr! vesselam.


     Herkes kendi meşrebince müzenin bölümlerini gezdi, ziyaretçiler içinde en meraklısı Osman beydi kuşkusuz, hem haset, hem şaşkınlık, hem kafası karışık bir vatansever olarak müzeden kafası daha da karışmış olarak dışarı çıktı ve bahçede sigarasını yakarak düşünmeye devam etti. Nasıl şaşmasın, salon ve odaların her biri ayrı şahsiyetlerin adıyla anılıyor, hatta Şehzade Abdülmecid Efendi'nin şairin Sis isimli şiirinden esinlenerek yaptığı Sis isimli tablosu ve şairin kendi elinden çıkmış tabloları, birbirinden güzel ve antika şahsi eşyaları, duvarlardaki diğer tablolar ve Hat'lar ve yazılar, hatta şairin ölümünden hemen sonra hayranı olan bir hanımefendinin elleriyle bizzat aldığı maskı bile vardı, Şair de çok yakışıklı adammış doğrusu, geniş omuzlar, heybetli bir vücut, hele o bıyıklar. Yahu böyle bir hayatta bir yeyip bin şükretmek varken sen bozgunculuk yap; Vatan, Hürriyet, İnkılap, Fazilet, Ahlak vesaire diye ortaya bir şeyler atıp, milletin kafasını karıştırıp herkesi birbirine düşürecek tehlikeli fikirleri yay, olacak şey mi. Sonra da küskünlük, kırgınlık içinde öl, üstüne çocuğun da memleketi terk edip gitsin. Ne ibretlik bir hayat!... 


     Biraz sonra iki genç de bahçeye çıktı, onların halet i ruhiyeleri ne durumdaydı aşağı yukarı tahmin edebiliriz, onlar da yarı dalgın, yarı kırgın bir vaziyette aşağılardaki nefis boğaz manzarasını seyrederek bir süre sessizce düşünceye ve hayallere daldılar, sonra da günlük hayatın hay huyu galip geldi ister istemez ve arabaya binerek gazete idarehanesine doğru hareket ettiler. Yol boyu kimsenin içinden bir laf etmek gelmedi. Osman beyin; çok güzel bir mekanmış, daha önce hiç gelmemiştim sözü bile gençlerin ilgisini ve hayretini mucip olmadı. Osman bey de bunun üzerine pek üzerlerine gitmedi, ama acar muhabirimizi olayların arasından söküp çıkarması az buz bir şey değildi doğrusu, ama bunun için bir teşekkürü bile edemeyecek haldeki gencimizin durumuna yine de emektar şoför anlayışla yaklaştı, iki genç dikiz aynasından gördüğü kadarıyla son derece keyifsiz, düşünceli ve durgun vaziyetteydiler. Eee, haklıydılar da..


     Gazete önünde arabadan ilk Fahrettin indi, ve o anda aklına Osman beye teşekkür etmek geldi ve -Osman abi, her şey için çok teşekkür ederim, şu sıkıntılı durumu atlatalım, yine görüşeceğiz inşallah! dedi. Bu sözleri bir bilge veya bir külhanbeyi vakarıyla dinleyen Osman bey de; -Tabi ki Fahrettin, hele şu sıkıntılı durum bitsin, daha serinkanlı olarak sohbet eder, beraber oluruz, bana ağabey diye hitap ettin, gerçekten ben de seni bir kardeş, bir evlat gibi görüyorum, görüşürüz dedi. Taksi ücreti gibi süfli konular zaten düşünülmedi ve konuşulmadı bile, ücretler toptan ödeniyordu patron tarafından galiba, o konu dokunulmaz bir meseleydi ''muhabirler'' için...





                                                        *                              *                             *






     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke