33- Çelişki

 



     Zahmetli ve kasvetli geçen günün sonunda, üç adam, her biri kendi dünyasına dalmış vaziyette, hatta onları taşıyan emektar taksi bile yolları ezberlemiş bir mekkâre edâsıyla kendisini yokuş aşağı Kumkapı'ya doğru salmış halde, aslında her biri günün muhasebesi ile olayların ardındaki ''hakikat''in peşinde, pirinçten imal edilmiş bir rakkas gibi bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelerek, kendi zaman-mekân yolculuklarında kendi usûl ve hızlarınca ilerliyorlardı. Sanki o anda her birine feylesofvari bir suskunluk gelmiş, gözleri taksinin dışındaki kalabalığı ve geçip giden manzarayı farkında bile olmadan izlerken, zihinleri kendi bildiğince olan bitene bir mânâ vermeye çalışıyordu. Osman bey, elleri direksiyonda, ayakları ikide bir sıkışan trafik nedeniyle fren, debriyaj ve gaz arasında mekik dokur, gözleri bir dışarıyı, bir dikiz aynasını, arada bir de arabanın içindeki iki ''dostunu'' kolaçan ederken, acaba günün sonunda nasıl bir rapor hazırlasa daha iyi olur, onu mu düşünüyordu?. Sacit Sami bey, artık hiç bir şeye hayret etmeyecek kadar kaşarlanmış ruhu ve şuuru tahtında, şu an sadece akşam yiyeceği deniz mahsullerini ve yudumlayacağı buz gibi Tekirdağ rakısını mı düşünüyordu?. Bunları elbette bilemeyiz ama Fahrettin şu anda, bu iki ''görev'' ve ''misyon'' adamının adeta kendilerini adadıkları işlerini -her şeyi bir tarafa bırakacak kadar- neden bu kadar çok sevdiklerini, yoksa artık bu hallerini iyice kişiliklerinin ta kendisi haline getirerek, adeta ne yaptıklarını, niçin ve nasıl yaptıklarını bile düşünmeden sanki birer robotmuş gibi nasıl yaşadıklarını, fizyoloji deneylerinde kafası kesilen (dekapite edilen) kurbağa misali yaşamaya yani aslında yaşıyor gibi görünmelerine, hatta ve hatta Amerikada geçen yüzyılda çiftçinin satırıyla kafası koparıldığı halde çitçinin elinden kaçan ve kafası kopuk halde dolaşan, bu duruma şaşıran çiftçinin onu beslemesi sayesinde de aylarca bu şekilde yaşamaya devam eden, sirklerde gösterilere ve gazete yayınlarında sansasyona sebep olan tavuk olayında olduğu gibi artık beyinlerini hepten devreden çıkarıp sadece alışkanlıkları ile mi yaşamaya devam ettiklerini, bunun nasıl olabileceğini merak ediyordu. Öyle ya bu adamlar bu yaşlara kadar gelmiş, belli yer ve mevkileri işgal etmiş ve üstelik yuva kurmuş, kim bilir kaç senelik evli barklı insanlar oldukları halde, şu hale bakın ki, aslında sadece işleriyle veya misyonlarıyla evlenmişler, belki de aslında her şeyi sıradanlaştırarak kendilerini bile unutmuşlar, artık yaşamları büsbütün tek düze halde, günlük mesai  ve dinlenme saatlerinin farkına bile varmadan, eşlerine çocuklarına ve evlerine karşı sorumluluk ve dostlarına yakınlarına karşı vazifeler, vefa gibi ''şey''lerden de adeta soyutlanmış bir durumda ''dekapite'' bir halde yaşamakta gibiydiler. İş, ya da görev, daha doğrusu insanın kendisini adadığı o büyük organizasyonun vaz geçilmez (?) küçük birer çarkı, stratejik bir parçası olarak görmeye başladığı o büyük ''ülkü'', insanı nasıl böyle esir alabiliyor, adeta onu duyarsız ve şuursuz bir zombi haline getirebiliyordu? Acaba sürüden ayrılanı kurt kapar korkusu koyunlardan çok insanları mı pençesine alıyordu? Görünürde bir Üstad, bir Lider veya Şeyh, veya Başbuğ etrafında toplanan insanlar artık aynı basmakalıp lafları, vecize kalıplarını, tekrarlaya tekrarlaya sonunda anlamını bilmedikleri bir dilde konuşur gibi veya çilehanelerde tesbih çekercesine, ne dediğini bile düşünmeden papağan gibi ötmeye, hep beraber söylenen ve anlamı her yöne çekilebilecek bir marş gibi sadece ritim ve vurgudan ibaret olan kelimeler dizisini tekrar eder halde mi buluyorlardı kendilerini?. Arabadaki iki adam da şu anda görünüşe göre bu haldeydi, onlar sadece kendi pencerelerinden baktıkları dünyayı artık yegane hakikat, kesinlikle bildiklerinden emin oldukları gerçek dünyaları olarak kabul etmişler, diğerlerinin dünyalarını anlamaya ve tanımaya yanaşmak şöyle dursun, öyle bir dünya veya dünyalar olabileceğini bile unutmuşlardı. Bu insanlar, üstelik bu kuantum felsefesi çağında, belirsizliğin geçerli ve post modernizm, hatta post truth dedikleri hakikat ötesi olarak isimlendirilen akımların cirit atmakta olduğu çağda nasıl bu kadar kendi fikirlerinden, kendi içinde bulundukları artık cemiyet mi dersiniz, tarikat mı dersiniz, sivil toplum kuruluşu veya gizli örgüt mü dersiniz ne derseniz deyin kendi ''takım''larından bu kadar emin olabiliyorlardı? Üstelik daha acısı; bu kişiler içinde bulundukları bu hazin durumlarının farkında bile değillerdi, zaten bu durumlarının vahametini anlasalar bu hallerini terk etmekte bir an bile tereddüt etmezlerdi (?), ama içinde bulunduğu şartların konforuna alışmış olan insan, aslında çoktan oranın yani içine kendisini hapsettiği parmaklıksız, kilitsiz kafeslerinin, hapsolduklarının farkında bile olmadıkları o -gönüllü girdikleri- hücrelerinin, müebbete hüküm verilmiş mahkumu olmuşlardı da sadece vaziyetin farkında değildiler. Ne kadar yazık!, acaba o da sonunda böyle mi olacaktı? Etrafında gördüğü bir çok kişi yazık ki böyle at gözlükleriyle dolaşan arsana beygiri durumundaydı, ama yine ne yazık ki (veya kim bilir onlara göre iyi ki) bu durumun farkında değillerdi. O esnada da Gülhane parkının önünden geçiyorlardı komik bir ''tevafuk'' olarak, ama Polis bile farkında değildi bu durumun, bırak onları. Belki de böyle olması daha pratik ve kolaydı kim bilir?. Mesela,  Patron sadece arabaya bindiğinde kararını söylemişti onlara; Kumkapıya çek! hepsi bu. Peki bu adamların evde onları bekleyen karıları, çocukları (haydi onlar artık uçmuş gitmişlerdi) yok muydu? Bir telefon edip akşam işlerinin uzadığını, yemeğe gittiklerini, geç geleceklerini haber vermek dahi akıllarına gelmemişti bu iki eski dostun. Bunlarda artık kimseye hesap verme, hiç olmazsa bilgi verme diye bir mefhum kalmamıştı sanki. Yok haklarını yemeyelim; her ikisi de kendi ''aslî'' görevlerine sadıktılar her an, bu görevler artık onların karakteri olmuştu demek ki, yedi gün yirmidört saat, üçyüzaltmışbeş gün, artık o ''vazifelerinin'' emrinde sadık birer nefer olmuşlardı. Peki onları bu hâle getiren ne olmuştu acaba? Acaba kendisi nasıl bir ''nefer'' olacaktı bu gidişle? Bu akşam bu soruların cevabını bulabilecek miydi? Kesinlikle hayır, ama hiç olmazsa bazı ip uçlarını yakalamayı umuyordu o anda. Bu adamların dış görünüşleriyle ruhları, karakterleri her zaman bu kadar ''oluşmuş'', ''sabitleşmiş'' neredeyse ''donmuş'' halde miydi, yoksa o çetin cevizlerin kabuğu altında hâlâ lezzetli meyve duruyor muydu? Belki de -hatta büyük ihtimal- kabuk altındaki meyve çoktan kurumuş, büzüşmüş, tatsız tuzsuz bir hal almış, ya da kurtlar veya küflerin istilasıyla tamamen acı bir hal mi almıştı kim bilir? Bu akşam meyhanede, belki alkol, en azından bu kabukları yumuşatıp aralayacak, yahut belki de çatlatıp kıracak, hiç olmazsa  en azından şeffaflaştırıp içindeki madde hakkında bir fikir verecekti ona, acar muhabirimizin hınzırca ve sinsice bir gülümsemeyle içinden geçirmekte olduğu beklentisi en azından buydu o emektar takside şu an, herkes bambaşka ruh hallerinde dışarıyı seyretmekte iken.


     Trafiğin içinde dura kalka ilerleyen otomobil, ve zihinlerindeki dünyada düşe kalka oradan oraya atlayan üç kafadar, sonunda Kumkapı'da yeri adeta ezberlenmiş bir mütevazı meyhanenin önünde durdu. Araçtan iki yolcu indi, meyhanenin kapısında tanıdık emektar garson hemen Patronu tanıyarak ve abartılı bir şekilde temenna ederek içeri buyur etti ama, Patron, arkadaşımız da gelsin hele diyerek şoför Osman beyi işaret etti, bu arada taksi uygun bir zulada yerini almak üzere hareket etmişti bile. Çok geçmeden Osman bey de bu ikiliye katıldı ve meyhanenin henüz dolmamış olan salonuna doğru ilerlediler, akşam karanlığı çökmediği için henüz loş ve sakin olan ortamda kendilerine saygılı bir ifade ile gösterilen bir kaç yerden en uygun buldukları, fazla göze batmayan, ama çok da kıyıda köşede kalmayan bir konumda, üzeri beyaz mermerli  kare şeklinde masası ve en az iki nesli misafir etmiş ama bana mısın dememiş sağlamlıkta duran, kenarları geniş kolçaklı ve rahat görünümlü ceviz sandalyeleriyle onları kalenderce selamlayan makamlarına yerleştiler.  


     Rakı masasında müşteriyi bekletmek doğru olmaz düsturunca, emektar baş garson saygıyla yanaştı ve, hoş geldiniz, nasılsınız efendim gibi hal hatır sorma faslından sonra zaten malûmu ilam kabilinden rakı alacaksınız değil mi? diye, adet yerini bulsun kabilinden sordu ve patronun cevabını bile beklemeden, bu akşam çok güzel lüferimiz var efendim, yanına da bir kaç zeytinyağlı meze getireyim tamam mı? dedi. Zaten patron dünden razıydı bütün bunlara, Osman bey ve gencimize bile sormadan, tabi tabi evlâdım dedi. Fahrettin'in rakı içip içmediği, hatta ne içeceğini sormak bile akla gelmedi bu arada. O an yine patron kendi dünyasındaydı kesinlikle. Gencimiz de gecenin akışına teslim, ama gazetecilik ve gözlemcilik radarları açık halde olayları izlemeye karar verdi.


     Kısa sürede masa donatıldı ve ince uzun rakı bardaklarına miktarı herkesin fikri alınarak konan rakı ve eskilerin buz koymaktan haz etmediği gerçeği göz önüne alınarak üzerine eklenen soğuk su ile tamamlanan ritüel sonrası ilk kadehlerin hep birlikte kaldırılması adeti uyarınca kutsal sıvı ellere alındı ve patronun kısaca -Dostluğa! sözü sonucu dudaklara götürüldü. Patron Kerbela'dan gelmişçesine bir susuzlukla, adeta bardağın yarısını soluksuz boğazından aşağı yuvarladı, Osman ağabey daha kontrollü gitti, acar muhabirimiz de onlardan çok daha az, sadece dilini ıslatacak kadar, kedi misali bir yudumla susuzluk hasretlerini giderdiler.


     İlk yudum ve arkasını takiben yine adet üzere alınan bir parça peynir ve kavun töreninden sonra, araya giren kısa bir sessizliği fırsat bilen gencimiz hemen atıldı  (fakat hemen sonra bunun bir saygısızlık olarak addedileceğini de düşündü, ama artık çok geçti) ; -Osman ağabey, dedi, bugün benim hayatımı kurtardınız, siz olmasaydınız belki de, hatta kesinlikle, ben şu an emniyetin soğuk bir zindanında üstelik dayak yemiş ve aşağılanmış bir halde yatıyor olacaktım, beni bu hale düşmekten sizin müdahaleniz kurtardı, size ne kadar teşekkür etsem azdır, Sağolun! dedi.. sonra utangaç bir vaziyette süt dökmüş kedi gibi patrona ve Osman beye bakmaya başladı.


     Osman bey suç üstü yakalanmış bir öğrenci gibi telaş ve alçak gönüllülükle; - Olur mu öyle şey Fahrettin, dedi, sen ve Jale hanım Sacit Sami beyin emanetiydiniz bana, ben sadece görevimi yaptım, lafını bile etmene gerek yok dedi. Konuşmayı gülümseyerek dinleyen Patron da; - Sağol Osmancığım, Fahrettin haklı, bunlar daha toy birer çocuk, böyle ortamlarda başlarına neler gelebileceğinin farkında bile değiller, ben de radyodan televizyondan gün boyu haberleri izledim ve itiraf edeyim evladını okula gönderip de eve gelene kadar bin bir çeşit senaryo yazan bir anne gibi aklıma türlü kötü şeyler geldi. Yaşlanıyorum galiba, oysa benim ömrüm hep böyle olaylar içinde geçti, bir çok tehlikeden kıl payı kurtuldum, o kadar şanslı olmadığım zamanlar da oldu, üstelik bana hami olacak bir Osman ağabeyim de çıkmadı karşıma, hoş çıksaydı netice değişir miydi onu da pek sanmıyorum, her neyse, incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerle boş yere aylarca hapislerde, hücrelerde ömür tükettim, belki de oralarda geçirdiğim umarsız anlar benim karakterimi olgunlaştırıp irademi çelikleştirdi ( Fahrettin; vay be! dedi içinden, dökülmeler başladı, hadi bakalım!), demir dövüle dövüle çelik oluyormuş, biz de böyle böyle dövüle ezile, işte böyle olduk sonunda, dedi. Bu sözün sonunda Fahrettin patrona dikkatle baktı, ama patronun gözleri o sırada hafifçe nemlendi mi, yoksa kin ve hırstan çakmaklandı mı pek anlaşılamadı, ama ey Rakı! sen nelere kâdirsin!, masada kendine düşen vazifesini bihakkın yapmaya başlamıştı bu beyaz sıvı, orası kesin.


     Osman bey de havaya giriyordu galiba, bu sözler üzerine bir açıklama yapmak ihtiyacını hissederek; - Estağfurullah efendim, ben sadece insaniyet namına gerekeni yaptım, biliyorsunuz ben de bu tür olayları bizzat izlemiş, hatta çoğunda işin içinde kalmış ( müdahale etmiş, kışkırtmış, yönlendirmiş demek istiyor galiba!) birisiyim. Hoş bu memlekette ne siyasetin kirli işleri, ne de insanların yok yere kendilerini tehlikeye atışları bitmemiştir ya. Son senelerde evde boş zamanlarımda hep tarihimizi okurum, başlarda biraz meraktan biraz da bilgisizliğimi telafi etmek için başladığım bu tarih merakı zamanla bende bir tutku halini aldı. Tabi dünya tarihinden çok kendi tarihimizi ve oradan çıkarak da sosyal yapımızı ve siyasi hayatımızı merak ediyordum, dolayısıyla hem ağır ve soğuk tarih kitaplarını hem de tarihi romanlar veya devlet adamlarımızın ve önemli mevkilere gelmiş büyük adamlarımızın, sonradan gözden düştükten sonra biraz kendilerini temize çıkarmak, biraz da başkalarını veya talihlerini suçlamak için yazdıkları hatırat ve polemik yazılarını da okumaya başladım. Bu arada gençlere bazı fikirleri aşılamak için maksatlı olarak yazılmış yarı hikaye yarı roman, yarı biyografi denebilecek eserleri de okudum. Bütün bunlardan sonra, bu yaşıma geldiğimde bende oluşan kanaat, tarihimizde bilmediğimiz veya bilerek bize yanlış öğretilen, veyahut da olayları tahrif ederek kin ve intikam hislerini galeyana getirmek amacıyla vücuda getirilmiş o kadar çok şey var ki, ne yazık ki artık hemen her şeye şüpheyle bakmaya başlamış bir duruma gelmiş bulunuyorum. Ciddi ve ilmi olarak yazılan eserleri ve yazarlarını tenzih ederim, ama ne yazık ki yazılı tarihimiz de dedikodular ve yalanlarla tağşiş edilmiş durumda. Sonunda doğruyu ve yanlışı ayırmak ancak kişinin kendi aklına ve vicdanına, mantığına kalıyor, o da maalesef kolay değil. Mesela bugünkü olayı ele alalım. Olan biteni aşağı yukarı hepimiz yaşadık ve gördük. Ama sizi temin ederim ki, bundan bir sene sonra, bu olaylar o kadar farklı ve başka başka taraflara çekilerek ve her görüş sahibi kendi işine nasıl geliyorsa o taraftan bakılarak ifade edilecek ki, hepimiz şaşırıp kalacağız, aradan bir on sene daha geçince biz bile hangisi doğru söylüyor, hangisi yalan söylüyor, onu bile ayırdedemeyecek hale gelip kendi hafızamızdan şüpheye düşeceğiz. Kimisi hükümeti savunacak, üç beş çapulcu okulu ele geçirmeye çalıştı diyecek, kimisi polis masum gençlere saldırıp onlarcasını katletti, yaraladı diyecek, iktidar şakşakçıları darbe önlendi diyecek, muhalefet yanlıları faşizmin kanlı oyunu diyecek, her kafadan bir ses çıkınca zaten kafasını geçim derdiyle, patronunun eziyetiyle, devletinin yoktan yere iktisadi hatalarıyla bozmuş kalabalık da, hepsinin canı cehenneme! benim derdimi dinleyen, çare bulan yok, hepsi kayıkçı kavgası peşinde, lanet olsun hepsine! diyecek. Ben bu vaziyette bana emanet edilmiş iki masum vatan evladını olayların içinden çekip çıkarmazsam vicdanıma karşı nasıl savunacaktım kendimi? Ben, belki pek bilmezsiniz, doğu kökenli bir kişiyim, çocukluğum eşkıya ve devlet korkusuyla geçti. Geceleri eşkıyalar köyümüzü basar, elde avuçta ne varsa alır, bize yiyecek bir şey bırakmaz, gündüzleri de bu sefer jandarma gelir, siz teröristlere yardım ve yataklık ediyorsunuz diye köylüyü sıra dayağından geçirirdi. Hepimiz hem eşkıyadan hem de devletten nefret eder haldeydik, sonunda köyden kaçıp bu şehre iltica ettik, ama burada da kaderimiz değişmedi, bu sefer şehrin uzak mahallelerinde huzur bozan, hırsızlık uğursuzluk çıkaranlar, teröristlik yapan şarklılar, bölücüler, anarşistler olarak görülmeye başladık. Anam babam köyümüzün hasretiyle sıkıntılar içinde yaşayıp erken yaşta da ölüp gittiler, en büyük çocuk olan bana kaldı bütün yük, hem maddi hem manevi arayışta iken milliyetçi ağabeylere yakınlık duymaya başladım, devlete güç yetiremezsin oğlum derdi rahmetlik babam, ben de tarafımı devletten yana seçtim, kısacası devlet beni devşirdi ve kol kanat gerdi sahip çıktı. Bizde bir laf vardır, ya devlet başa, ya kuzgun leşe diye. Ben elime silah alıp bilmediğim, anlamadığım ideolojilerin, insan hakları, hümanizma, sosyalizm gibi manasını bile bilmediğim şeylerin peşine düşsem daha mı iyiydi?, Bu yolu seçsem ne olacağı açıktı. Kısa zamanda bir yol kenarında cesedim bulunurdu, o kadar. Yani anlayacağınız ben de isterdim, medeni, nazik olmayı, güzel konuşup iyi yaşamayı, her şeyin en iyisini, en tazesini ve pahalısını yemeyi, en güzel semtlerde oturmayı, elimi sıcak sudan soğuk suya sokmamayı, paşazadeler gibi yaşayıp bir yandan da yazılarıyla mesajlarıyla büyüklerimize ayar vermeyi. İbrahim Tatlıses bu meseleyi ne güzel özetlemiş; Urfada Oksford vardı da biz mi okumadık demiş. Herkes güldü geçti bu lafa ama bizim gibilerin halini anlatır bu cümle. İşte benim de kısa hal tercümem budur, burada üç arkadaş, ağabey kardeş gibi gördüğüm için bunları anlattım size, dedi.


     Masada ilgi ile dinledikleri bu itiraf/yaşam öyküsü tadındaki açıklamaları bir süre sessizlikle izledi iki ''Gazeteci'', o esnada herkes kendi açısından değerlendirmeye başlamıştı anlatılanları, sessizliği Sacit Sami bey bozdu yine; -Her şeyi çok güzel özetlediniz ve mantıklı bir açıklama yaptınız Osman bey, dedi. Ama bence olayların ve kararlarımızın altında daha derin meseleler yatıyor, bu açıdan daha kapsamlı ve açıklayıcı konuşmalar ve tartışmalar yapmamız lazım. Evet, devlet ve siyaset, hayatlarımızı çok etkiliyor, ama sadece bunlarla olan biteni açıklayamayız, mesela ben konuya Marksist açıdan yaklaşarak bunu bambaşka temellere oturtarak yorumlayabilirim, bir başkası başka teorilere veya sırf kendi geliştirdiği hayat görüşüne dayanarak çözümler. Bazıları da fıtrat der çıkar işin içinden, kader diyeni de olur, alın yazısı diyeni de. O yüzden her olayın bir şekilde açıklanması, akla uygun bir çözümü olsa da her zaman eksik tarafları da kalacaktır, bize düşen bunları akıl ve mantık çerçevesinde yorumlamak ve açıklamaya çalışmaktır, dedi.


     Fahretttin, kısa bir aradan sonra, -Sacit Sami hocam, Osman ağabey, size çok teşekkür ederim bu samimi sohbetiniz için. Benim beynimi kemiren bazı sorulara ip uçları verdi sözleriniz. Ben hep Sacit Sami bey de, Osman bey de, ikisi de Anadolu çocuğu, her ikisinin de çocuklukları, gençlikleri benzer şartlar altında geçmiş, nasıl oluyor da biri koyu bir devrimci, öteki de koyu bir milliyetçi olmuş diye hep düşünürdüm. Şimdi biraz olsun bir aydınlanma oluştu zihnimde, insanın karşına çıkan yollar daha ilk kavşakta ona nasıl bir kader ve hayat yolu çiziyormuş, hepimiz elimizdekileri daha doğrusu bize verilen imkanları zaman içinde nasıl farklı şekillerde kullanıyoruz, ya da kullandırılıyoruz, ya da kullanmak zorunda kalıyoruz. Belki de yapabileceğimiz başka şeyler olduğunun farkına bile varmadan, yahut da o anda öyle yapılması icap ettiğinden, ancak o şekilde olabileceğini düşündüğümüzden, yani kısacası kendi cüzi irademizle ne kadarını yapabiliyorsak o kadarını yapıp, asıl külli irade dediğimiz, bizim elimizde olmayan sebepler, yani zaman ve mekan, sağlık veya imkânlar, kısacası kader olarak özetlenen, bize verilen ve önümüze çık(arıl)n şartların etkisinde kalarak kararlar verip, sonunda neredeyse bir birine yüzseksen derece farklı istikametlere savrulabiliyormuşuz. Mesela, bugün beni o anafordan çıkarmasaydınız bugünden sonra benim hayatımda çok büyük yol ayrımları olacaktı. Demek ki kader diyerek kısaca geçip gittiğimiz o büyük yol ayrımı durumları, hayatımızda ne kadar büyük rol oynuyor farkında bile değiliz. Bu durumda kimseye sen niçin şöylesin, niçin böyle değilsin, niçin bunu böyle yapmıyorsun veya yapmadın diye suçlamamamız lazım, herkesi hoş görmek, hor görmemek, anlamaya çalışmak ve yapabiliyorsak küçük dokunuşlarla yönünü iyiye doğruya çevirmek lazımmış,  kimseyi kendi beklediği şekilde davranmadı diye çelişki içinde olmakla suçlamamamız gerekiyormuş, dedi.


     Sacit Sami bey; -Çok güzel bir şey söyledin Fahrettin, sana çelişki gibi görünen bana mantıklı gelebilir, insanlar mesela aynı ailede doğup büyüseler, yani aynı şartlar altında bile olsalar her biri hayatta başka başka yollara sapıyorlar, bu durumda çelişki nedir?, kime ve neye göre?. Aslında çelişkisiz bir hayat olmazdı bence, ya da olsaydı çok kuru, tatsız tuzsuz, yani ruhsuz olurdu. Çelişkilerimizdir bizi biz yapan, dedi.


     O sırada vaktin epeyi ilerlediğini, bu sohbetler sırasında zamanın nasıl hızlı geçtiğini, meyhanede gittikçe artan kalabalık ve gürültü şeklini almaya başlayan konuşmalardan anladılar. Garsonların hızla koşuşturup bir kaç masayı birleştirerek kalabalıkça bir grubu buyur ettiklerini ve masayı adeta getirilen meze tepsilerindeki hemen her şeyin istenmesi sonucu sergi masası gibi donatmalarını seyrettiler. Gelen grup; kadınlı erkekli neşeli ve özgüvenli oldukları hal ve tavırlarından hemen anlaşılan gençlerden oluşan, kendilerinden emin ve yüksek sesle birbirlerine senli benli hitap ederek sebepli sebepsiz yere kahkahalar atan, ''Sonradan Gurme'' diyebileceğimiz, büyük ihtimalle eskilerin; Simsar, Komisyoncu, biraz sonralarının Galata Bankeri dedikleri şimdilerde ise Finans Uzmanı, Yatırım Danışmanı hatta Broker gibi şatafatlı ünvanlarla adlandırdıkları bir meslek grubunun gözde elemanlarıydılar. Şık şıkırdım giyinmiş süslü genç hanımlar ile, saçları briyantinli, takım elbiseli ve günlerinin önemlice bir kısmını spor salonlarında geçirdikleri anlaşılan atletik yapılı genç erkekler teklifsizce birbirleriyle senli benli konuşuyor, rahatça hareket ediyor hatta bazıları ayak üstü flörtöz hareketlerde bulunuyorlar, meyhanenin müdavimlerinin şaşkın bakışlarına hiç mi hiç önem vermeden, yüksek sesle bağırıp çağırarak konuşmayı, aşırı, hatta fütursuz hareketlerini, artık buralarda bizim standartlarımız geçer dercesine sergiliyorlardı. Hatta masadaki bir kaç kadın, kendi masalarıyla yetinmeyip bizimkilerin masasına doğru çapkın bakışlar bile atmaya başlamıştı. Bu da kadın davranışlarında açıklanamayan bir çelişki değil miydi? Bazı kadınların olgun erkeklere meraklı olduğu söylenirdi de gencimiz inanmazdı, o davranışlara çelişki der, saçmalık olarak bakardı, oysa her davranışın altında psikolojik, sosyolojik hatta evrimsel nedenler olduğu son araştırmalarla ortaya çıkarılıyordu. Kısacası hayat çelişkiler ve açıklaması zor davranışlarla doluydu.


     Ortalığın kalabalıklaşması, artan gürültü, koşuşturmalar, bağırışmalar artık eski meyhane havasından uzaklaştırmıştı ortamı, zaten mütevazı masada yenecek içilecek şeyler de, yapılacak sohbetler de tükenmişti, Abbas yolcu zamanıydı kısaca. Aslında acar muhabirimizin bu sakin ve yaş ortalaması yüksek masada değil de, şu an yandaki kalabalık ve her yönden ''canlı'' masada olması gerekmez miydi? Bu da bir çelişkiydi elbette...


     İşte böyle çelişkilerle dolu bir gün bu şekilde tamamlanıyordu artık. Sabah Camide başlayıp gece Meyhanede biten.. Ne gündü be!...






                                                     *                                   *                                *





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

28- İş bölümü