34- Gece ve Sabah




     Yürüyordu; ayaklarını pek hissetmez gibiydi, acaba o yürümüyor da ayaklarının altındaki yer mi hareket ediyordu, ne fark ederdi ki, ortamdaki ışık da az gibiydi; sabah alacakaranlığı mıydı yoksa akşam mı çökmüştü belli değildi, ne fark ederdi ki, yoksa biraz sis mi vardı, tepedeki yuvarlak parıltı güneş miydi, ay mıydı pek anlaşılmıyordu, zaten ne fark ederdi ki, arada bir kuş cıvıltısı, arı ya da sinek vızıltısı duyuluyor muydu acaba o da belli değildi, hatta o anda mevsimlerden bahar mıydı güz müydü hüküm süren, o da pek anlaşılmıyordu, hem ne fark ederdi ki, yürüyordu işte, kıvrımlı daracık toprak bir yolda, izini sürdüğü yol; keçi patikası dedikleri bir yola da benziyordu, bir bağ kenarındaki kurumuş bir su arkının; yer yer, yapraklarının çoğu kurumuş, çiçekleri çoktan solup büzüşmüş mezarlık zambakları tarafından işgal edilmiş bölümlerce yolun devamını bulmanın zorlaştığı kısımlar dışında, hemen yanından ona eşlik, adeta yoldaşlık ederek giden bu toprak yol, her ne kadar ark şimdi susuzluktan çatlamış olsa da, zeminindeki küçük çakıl taşları ve ince kum taneleri -orada mil derlerdi- bir zamanlar oralardan da cığıl cığıl soğuk suların aktığını ispatlatırcasına izler ve desenler çizmiş, artık şu an o güzel günlerin hasretiyle uykuya dalmış halde duran ve suyun çizdiği çamur izlerini hâlâ sergileyen ve bu haliyle de şimdi ona çok tanıdık gelen, çokça zaman bağ içlerinde gördüğü ve yürüdüğü toprak bir yola da benziyordu, işte o zaman gencimizin içi ferahladı birden, demek ki bağımızdaymışım diye düşündü, içine bir mutluluk hâli doldu, hemen az sonra da alışkanlıkla gözleri ilerideki ulu ceviz ağacını aradı, evet evet, ağaç oradaydı ve üstelik altında da biri oturuyordu, biraz yaklaştı, yaşlıca biriydi galiba oturan, uzaktan gördüğü kadarıyla bu kişi erkek miydi kadın mıydı belli değildi, zaten ne fark ederdi ki, yoksa babası mıydı bu oturan kişi, arada bir, kimseye haber vermeden çıkar gelir, o yaşlı cevizin altında uzunca bir süre sessizce otururdu babası, merakla biraz daha yanaştı, hafif kamburu çıkmış hâliyle sessizce oturan bu adam gerçekten babasına da benziyordu, ama onu sanki fark etmemiş gibiydi, öylece durduğuna, neredeyse hiç oralı olmadığına bakılırsa o adam babası değildi sanki, alacakaranlık yüzünden pek seçemedi ama sanki patronu da olabilirdi bu kişi, ama orada ne işi olabilirdi ki bu saatte patronun, yok o olamaz dedi, belki de Osman ağabey veya Orhan hoca bu adam dedi, ama iyice yaklaştığı halde onlar olsa hemen onu tanırlar hiç olmazsa bir selam verirler veya en azından gülümserlerdi dedi sonra, aklına o an başka bir şey geldi, acaba bu adam, hep şimdi gördüğü haliyle tasvir edilen, herkesin zihninde öyle yer etmiş -veya filmlerde, masallarda hatta karikatürlerde o şekilde anlatılan- ak sakallı bir Derviş, hatta bir Feylesof muydu?, yoksa o kadar heveslenmeyelim, bir Meczup, aşkından kendini dağlara vurmuş bir Mecnun, hatta beklentimizi biraz daha düşürelim, karı dırdırından evden kaçıp kendini uzaklara atmış, acaba nerede hata ettim diye düşünen, ya da şu ömrümde geriye neler bıraktım miras olarak diye derin hesaplara dalmış bir emekli amca, hatta hatta, o sabah kim bilir hangi sebeple dışarı çıkmış, ama sonradan hem ne yapacağını, hem de evin yolunu unutmuş zavallı bir ihtiyar mıydı bu adam, kim bilir?, zaten öyle ya da böyle olsa da ne fark ederdi ki artık, bu adamcağız işte öylece oturuyordu orada, hiç bir şeyle veya kimseyle de ilgilendiği yoktu sanki, besbelli bilinmez bir aleme dalmış gitmişti o sıralar, adama biraz daha yaklaştı selam verdi, adam da sonunda fark etti onu, ama gariptir hiç bir şey yapmadı ve yine de boş boş bakmaya devam etti, galiba o da kendi aleminde bir mekanda ilk defa onu görüyordu şu anda, acaba o mu gencimizin zihin alemindeydi, gencimiz mi onun zihin dünyasında idi şu anda bilinemez, hem zaten ne fark ederdi ki, acar muhabirimiz yine de gençliğinin -ve de gazeteciliğinin- verdiği merakla adamı süzmeye devam etti, acaba bu adam konuşmadığına göre sağır veya dilsiz biri miydi, en basit açıklama bu olabilirdi, ama bu gerçekten de çok basit ve anlamsız bir açıklama olmuştu şimdi, yok bu adam bir Derviş, hatta hatta bir Ermiş olabilirdi ancak, acaba ne çok şeyler biliyordu bu adam, şimdi neler anlatacaktı ona, öyle ya, bugüne kadar karşısına çıkan herkes ona bir şeyler anlatmış, hadi biraz alçakgönüllü olalım, en azından kendilerini ve kendi çevrelerindekilerin hakkındaki düşüncelerini anlatmışlardı ona, galiba onun bir gazeteci olduğunu anlayan herkesin dili bir anda çözülüyordu, bülbül gibi şakımaya başlıyorlardı nedense, ama şimdi burada durum biraz faklı gibiydi, bu adam böyle bir yer ve belirsiz bir zamanda ne yapıyordu, acaba ne arıyordu, belki de hiç bir şey aramıyordu, ya da başka bir şekilde söylersek hiç bir şeyi arıyordu kim bilir, hem zaten ne fark ederdi ki, işte orada öyle sakince oturmuş ve şu anda kendisine doğru derin derin bakan, ama bakışları sanki onu delip geçerek belki içine veya onun çok arkasındaki bir şeylere bakıyormuş gibi görünen bu adam, artık konuşacak bir şeyi kalmayan biri, veya ''konuşsam tesiri yok, sussam gönül razı değil'' beyitinin son dört kelimesini de fazla bularak kaldırıp atmış bir Bilge miydi, hoş öyle veya böyle olsa da ne fark ederdi ki, adam belki de -insanların çoğu gibi-, bir yerinden aldığı bir darbe sonucu açılan derin bir yara izinden dolayı yolunda düzgünce  ilerleyemeyen ve  takılıp kaldığı yerden tekrar başa saran, bu yüzden de hep dönüp dönüp aynı şeyleri tekrar eden bir kırık plak durumuna gelmiş gibi aynen o zamana kadar öğrendiklerini bir papağan gibi tekrarlamakla meşgul biri, ya da; dünyada herkes bir birine sadece bildiklerini söylüyor, bir de bilmediklerini bilseler ve onları söylemeye kalksalar hiç susmamaları gerekecek diye düşünen ve bu durumun farkına varmış da o yüzden mi susmuş, ya da artık söylemeye değer bir şey bulamadığı için susup kalmış bir Derviş miydi bu adam, ''Söyleyenler bilmez, bilenler söylemez; Cuylar kim vardılar deryaya hamûş oldular'' deyişinin anlattığı gibi çağıl çağıl akan dereciklerin sonunda denize ulaştıklarında suskunlaşmaları gibi susup kalmış biri miydi acaba bu ''Dervişcik''de, işte şu an hiç bir ipucu yoktu bütün bu sorulara cevap olacak, yine de gencimiz biraz da bildik bağın bildik ağacının altındaki bu adamın da bildik biri, hatta -neden olmasın- Babası olabileceği umuduyla iyice yanaştı adama ve gözlerinin içine iyice bakarak sordu; -Baba?...


     Sanki ceviz ağacının altındaki bu suskun kişiye sorusunu yüksek sesle sormuş olacak ki, bu hitap, genç muhabirimizin rüyasını o anda bitirdi, evet, gencimiz kendi sesine uyandığında gecenin bir yarısıydı ve biraz daha  düşününce de anladı ki yatağındaydı yine, o anda da aklına daha kırkı bile çıkmamış olan babası geldi ve içi sızladı, evet, kırk mevliti adeti vardı oralarda, mutlaka orada olmalıyım o zaman, diye kendi kendisine söz verdi, ve rüyasını düşünmeye başladı.


     Çok hareketli ve heyecanlı, hatta gergin geçen bir gün, akşam olunca Kumkapı meyhanesinde devam etmiş ve çok da gecikmeden, tadında ve kararında, -adeta bir adeti veya ibadeti yerine getirircesine-, kuralınca ve usulünce sona erdirilmişti, tabi yine beraberce emektar taksiye binmişler, Osman ağabey önce gencimizi evine, oradan Patronu evine ve en sonunda da kendisi evine doğru gitmek üzere yola çıkmışlar, arabada yine her üçü de suskun ve durgun hallerine bürünmüşler, gencimizin evine gelince de kısa sözlerle vedalaşıp onu yolcu etmişlerdi. Tabi gencimiz bundan sonra takside neler konuşulduğunu, kendisi hakkında hiç olmazsa bir kaç laf edilip edilmediğini bilemezdi ama, arabanın içindeki durumun o ana kadar olanlardan pek de farklı olmayacağını hemen hemen kesinlikle biliyordu. Çünki herkes kendi dünyasındaydı artık, özellikle meyhaneden çıktıktan sonra kesinlikle öyleydi. İçip içip zırvalamak, eski defterleri açıp sarhoşluğa sığınarak kinini ya da söyleyemeyeceği şeyleri karşısındakilere kusmak, ya da yapmacık şekilde olmadık cıvıklıklar sergileyerek rezalet çıkarmak bu adamların kitabında hiç yazmamıştı denebilir, her şeyin bir adabı erkânı vardı ve bunlar okullarda falan öğrenilen şeylerden değildi, bunlar nesiller süren bir eğitim ve yaşama biçimi olarak adeta benliklere kazınan davranış kalıplarıydı, kısacası ne öğretilir ne de unutulur şeylerden değildi.


     Sonrası malum; gencimiz günün yorgunluğu, hafif çakırkeyiflik, daha çok da moral ve zihin yorgunluğu, hatta çöküntüsü içinde yatağına uzanmış, çok geçmeden de uykunun yumuşak ve sisli kolları onu sarıp sarmalamıştı. Sonra nedendir bilinmez bu rüya onu kendi dünyasına çekivermişti işte, şimdi sakin kafayla bu rüyayı yorumlama zamanıydı, o ağacın altındaki adam bir Bilge mi, yoksa meczup mu, ya da şuursuz bir ihtiyar mı, ne olduğu anlaşılamayan bu adam kim olabilirdi?. Acaba tüm bilgeler, ermişler, ya da hangi kültür ve coğrafyadaysanız oranın tabiriyle bu olgun -olmuş-  kişiler neden insanlardan uzak, bir başlarına, gizemli ve sakin, hatta konuşmadan binlerce kelimenin anlatamayacağı şeyleri adeta sessizce haykırmakta idiler?. Acaba onlar mı lisânı hâl ile bir şeyler anlatıyor, yoksa onların karşısında söylenecek sözleri büyük bir merakla bekleyenler mi bir şeyler duyuyor -veya anlıyor- lardı. Mevlana'nın bir sözü geldi aklına; deryanın kenarında bile olsa elindeki su kabının alacağı kadardır insanın nasibi mealinde bir sözdü bu, işte o hesap, herkesin nasibi ayrıydı, senin frekansın onunkiyle uyuşmadıkça karşındakiyle nasıl iletişim kurulabilirdin ki, tıpkı alıcı verici olarak kullanılan telsizlerin de aynı frekansı ayarlamadıkça birbirlerini duyamadıkları gibi, insanlarda da bu durum aynı değil miydi?. Gönüller arası bir dil gerçekten de var mıydı, bu dil evrensel miydi, yoksa herkes işine ve içine nasıl gelirse öyle, konuşurken tartışırken aynı dili konuşsa bile sonunda başka başka şeyler mi duyup anlıyordu? İşine geleni duyup, hoşuna gitmeyen laflara karşı duymazlıktan gelen sevimli ihtiyarlar gibi miydi insanlar da bazı -belki de çoğu- zamanlar.


     Acaba kendi sesine uyanmasaydı o Derviş konuşacak mıydı?. Bu da bir başka soru olarak geldi aklına, ama cevap galiba sorunun içinde gizliydi, uyursa duyacağı, uyanırsa duymayacağı bir cevap. Nasıl bir şey olabilirdi ki bu cevap acaba? Galiba kafam karıştı, en iyisi böyle saçma soruları sormaktan vaz geçeyim de hiç olmazsa uykumdan olmayayım dedi, tekrar o Bilge adamı görmek dileğiyle gözlerini kapadı..


     Bu defa rüyasız bir uykudan sonra birden telaşla gözlerini açtı, enikonu sabah olmuş, odanın içine ışık daha dik bir açı ile gelmeye başlamıştı bile. Hemen fırladı yataktan, hızlı bir hazırlık ve yarım yamalak bir kahvaltıdan sonra sokağa attı kendini, kısa zaman sonra da yazıhanenin kapısında oldu.


     Anahtarı olduğu halde bilinmez ve tarif edilemez bir beklenti içinde zili çaldı. Biraz sonra kapı açıldı, evet aynı sahne, ama bu kez başka bir kıyafet -sarı beyaz bir elbise, çok yakışmıştı ona doğrusu- ve daha samimi bir bakış ve gülümseme onu bekliyordu. Gencimizin içi o anda yaşama sevinciyle karışık heyecan ve şapşallıkla doldu, ve kekelercesine Günaydın! dedi, sesinin nasıl çıktığının hiç önemi yoktu, kâl dili değil hâl dili önemliydi kesinlikle o anda..





                                                          *                                *                               *







Yorumlar

  1. Ne öğretilir, ne de unutulur şeyler cümlesi çok hoşuma gitti...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

28- İş bölümü