35- Umut

 



     Yazarlara sorarlar, nasıl yazıyorsun; sabah hep aynı saatte masaya oturup, bir tapu kadastro memuru gibi kolluklarını da takıp (artık yeniler bilmez, eski memurlar ceketlerinin kolları masaya sürtünmekten çabucak eskimesin diye sevgili eşleri tarafından -her evde bulunan. bulunması şart olan- Singer dikiş  makinelerinde dikilip kendilerine armağan edilmiş olan bu iki tarafı lastikle büzülmüş ve dolayısı ile kolayca alışmadık koldan aşağı düşüvermesi önlenmiş silindir şeklindeki kollukları) pür dikkat ve pür ciddiyet, kağıtlıktan bir boş A4 kağıdı çekip emektar daktilona nasıl takıp, yazmaya ne zaman ara verdiğin, yazmış olduğun son cümle nasıldı onu bile okumadan hatta, bıraktığın yerden sonra arada geçen zamanda hiç bir şey olmamışcasına, kolayca ve konudan düşmeden yazmaya nasıl devam ediyorsun, ya da; daktilon falan yok, yalnızca bloknot gibi, hatta o kadar bile değil, okul defterinin biraz daha hallicesi bir defterin ve -dolmakalem olaydı iyiydi- kurşun veya tükenmez bir kalemin var daha ne olsun, hemen bir köşecikte, çay bahçesinde hatta otobüste, trende, ya da bir kamyonun kasasında artık Allah sana nereyi nasip etmişse oracıkta (hapishane de olabilirdi, şükret) ilerde büyük bir yazar olarak anılacağın o şahane günleri hayal ederek, kolayca ve aklına geldiği gibi yazmaya nasıl başlıyorsun, ve böyle böyle her bir yazarın kendine mahsus bir usûl ve üslupta nice değişik yazma, yaratma, karalama, çalakalem çiziktirme halleri içinde; -Sayın Muharririmiz efendimiz, sizin bu muhteşem eserleri yaratma biçiminiz yukarıdakilerden hangisine benziyor? diye sorduklarında, o meşhur yazar da; artık yarı yalan, yarı uydurma, yarı da inandırıcı olsun diye büyük bir tevazu içinde, bu ''Yazma'' eylemini kendisi nasıl gerçekleştiriyor, anlatmaya koyulur ya, işte aynen bu günün sabahında da acar muhabir, ve de yakışıklı ve mahzun prensimiz, bilerek ve isteyerek, hatta tasarlayarak, ve de  taammüden, yazıhanenin kapısını anahtarı ile açmayıp da çaldığında, karşısına umut ettiği üzre Jale, hem de ona çok yakışmış olan, onu çok güzel gösteren, sade ama çok güzel (güzellik dediğimiz şey de aynen İzafiyet teorisinin büyük bir ciddiyetle anlatmaya çalıştığı gibi kişinin o andaki halet-i ruhiyesine bağlı olup gözlemcinin içinde bulunduğu şartlardan çok etkilenen bir soyut kavramdır bunu da araya sıkıştırıverelim) elbisesiyle çıkıverince, aynen o meşhur yazarların zihinlerine geliveren bir küşayişle boş kağıtları su gibi akarcasına dolduruvermeye başlamaları durumunda olduğu gibi, gencimiz de bu günün, dünün tam tersi bir güzellikte geçeceğine ve hatta her şeyin rüya gibi, şiir gibi akıp gideceğine (tüm sanat erbabı ve özellikle de muharrirlerde ilham perisi geldiğinde içlerine doluveren o iyimserlikle) inanıverdi ve benim yazarlık (gelecek o mutlu zamanlarda hayal ettiği üzre, muhabirlikten atlamayı düşündüğü muharrirlik) üslubum da böyle spontane bir şekilde gelişen bir şey olacak galiba, dedi.


     Birbirlerini, çok kısa bir zaman önce girdikleri çatışmadan -düşmana karşı savaşlarında- en ön cephede kurşun ve şarapnel yağmuru altında, sadece kaderleri ve kendi çabalarıyla ve asıl kahramanca dayanışmaları sayesinde sağ salim çıkmış ve bu çabaları sonucunda da artık tamamen bir kader ortağı olduklarını anlamış iki gazi asker gibi iyice tanımış halde olan iki gencimizin de daha dün çıktıkları muharebeden yorgun ama dostlukları sınanmış, birbirlerine olan güven ve sevgileri perçinlenmiş ve moralleri yükselmiş oldukları, kapıda karşılıklı gülümseme ve sözsüz ama gözlerin konuştuğu o kısa süreli bakışmadan sonra iyice belli oluyordu ve beraberce patronun önüne yeni bir gazâya hazır olduklarını belirtircesine gelmelerine bakarsak bu iki gencin artık tam teçhizatlı birer muhabir ve aynı zamanda bir kader ortağı durumuna çoktan gelmiş oldukları kolayca anlaşılabilirdi. Durumu kırk yılın mücadele ve gönül insanı Sacit Sami bey tabi ki hemencecik kavradı, ama hiç renk vermedi yine de. Bu esnada da Jale ne düşünüyordu bilinmez ama gencimizin; acaba ''bizim'' hikayemiz nasıl gelişecek, Felsefeden, Hümanizmadan, Sosyalizmden dem vururken ayaklar acaba yere basacak mı, yoksa Sokrates Platon diye diye benim aşkım da Platonik halde mi kalacak, diye düşündüğü kesindi. Öyle ya, sadece gözlerin konuşması ile nereye kadar gidilebilirdi ki?, kadın erkek ilişkilerinin birer tabu, hatta iki karşı cinsten gencin konuşmalarının biraz özel konulara doğru gitmesinin bile ahlaksızlık olarak telakki edildiği o ''derin'' Anadolu coğrafyasından gelen gencimiz, bu İstanbul kızına ne diyecek, nasıl anlatacaktı derdini. '' Mani oluyor hâlimi takrire hicabım/ Üzme yetişir!, üzme, firakınla harabım'' şarkısında (Güfte Nigâr Osman hanım, Beste Kemanî Tatyos Efendi) olduğu gibi hâlini anlatmaya utancının engel olduğunu düşünerek bu şarkı eşliğinde bir meyhanede hazin hazin rakısını mı yudumlayacaktı son ''karede''. Halbuki, aziz Atatürk'ün de en sevdiği şarkıların başlarında gelen bu şarkı, -demek ki medeni cesaret açısından hiç de eksiği olmayan Atatürk'ün bile en azından gençliğinde bu şarkıyı çok severek ve hissederek dinlediğini hatta söylediğini düşünürsek-, kadınlara açılamamak derdi erkeklerin geleneksel dertlerinin başta gelenlerinden biriydi galiba bu memlekette. Hoş, belki de milletimiz genlerine işlemiş olan bu sıkılganlığı, çekingenliği üzerinden atsın, medeni memleketlerde olduğu gibi kadın erkek karşılıklı olarak eşit şartlarda konuşup birbirlerini anlasın ve bu elem, keder, melankoli dolu musikiden kurtulup; hayat dolu, neşeli, dünyaya, sanata ve keyfe önem veren batı müziğine alışsın diye, bir ara bu tarz müzik yasaklanmaya bile kalkılmış, ama halkımız tarafından gizli gizli dinlenmeye, meşk alemlerinde icra edilmeye devam edilmiş, hatta bizzat Atatürk'ün bile kendi özel hayatında Türk Musikisinden vaz geçemediği, yakın arkadaşlarıyla iken kesinlikle bu hüzünlü, utangaç, ama bir o kadar da içli ve duygusal müziği dinlediği, hatta yüksek sesle de iştirak ettiği anlatılmıştı. Zaten bizi biz yapan, çocukluk ve gençliğimizde dinlediğimiz, söylediğimiz şarkılar, türküler değil midir biraz da? Bunları nasıl unutabiliriz ki, çiçek bile köklerinden koparılıp en güzel vazolara konsa bir süre sonra solmaz mı? Her neyse, işte gencimiz de bu hicap halinden kurtulması gerektiğini, burada geçerli olan şartların gerektirdiğini yapmasının icap ettiğini biliyordu, ama bu nasıl olacaktı galiba işte bunu zaman gösterecekti..


     Gencimizin o esnada düşünmekte olduğu, içine düşmüş olduğunu acı bir şekilde hissettiği bu haleti ruhiye, Anadolu'da doğup büyümüş, oranın adetleri ile yetişmiş gençlerimizin ezici çoğunluğuna sinmiş bir tıkanıklık, sıkılganlık haliydi şüphesiz, ama ne yapacaksın realite de buydu. İstanbul'da bu kadar sene yaptığı tahsil, sonrasında da ilk basamaklarını tırmanmakta olduğu mesleği, ne yazık ki gencimizin henüz bu kocaman ve kaotik şehre adapte olmadığının, insani ilişkilerde bir nebze iyileşme olsa da karşı cinsle olan münasebetlerinde daha henüz bir İstanbul çocuğuna kıyasla ancak muhallebi çocuğu diyebileceğimiz bir zavallılık derecesinde bulunduğunun kısa bir inceleme sonunda kabak gibi ortaya çıkan hakikatiydi. Memlekette bir kız arkadaşına bir şey söylemekte bile zorlanan, eli ayağına dolanan tipik Anadolu çocuğu olan gencimiz, ''iffetini'' hem de İstanbulda bu kadar sene içinde korumayı başardığına şaşırsak da, hâlâ nasıl olup da medeni bir şekilde bir kadınla oturup havadan sudan konuşmanın, bir yerde bir kahve içmenin, hayat ve insanlar hakkında fikir serdetmenin, gelecekle ilgili tasavvurlarını, dünya hakkında o zamana kadar edindiği fikirlerin karşısındaki kadına nasıl aktarılabileceğinden, erkeklerden her yönüyle farklı olduğunu tahmin ettiği bu cinsi latiflerle içinde zerre kadar kötü niyet olmadan samimi ve rahatça nasıl konuşulabileceğinden de neredeyse bîhaberdi. Biraz fazla abartmış olmayalım ama, ne yazık ki gencimiz henüz ''gerçek'' mânâda ''İstanbullu'' olamamıştı dersek siz ne demek istediğimi anlarsınız umarım. Ne yazık ki durum, onun yetiştiği bölgelerde, aslında tüm Anadoluda bu merkezdeydi gençlerimiz için o zamanlarda. Şimdi her şey değişti mi bilinmez ama, o zamanlarda kızların erkeklere biraz gülümsemesi, bir selam vermesinin bile ayıp kabul edilip, ''hafiflik''le suçlanabildiği o devirlerde, biraz daha ''yırtık'',  ''delişmen'' olması beklenen, böyle olmaları normal kabul edilen erkeklerin de bir kıza değil arkadaşlık teklifi (bu çok geniş, neredeyse her türlü dedikoduyu içine alabilecek mevzu olup bu konuda romanlar şiirler yazılmış, neredeyse külliyat hacminde eserler mevcuttu edebiyatımızda) masum bakışmaların bile kem gözler tarafından kim bilir nerelere çekilecek hassas ve tehlikeli bir konu, bir tabu olarak hüküm sürdüğü en belirgin gerçeklerimizden biriydi. Bir erkek bir kadına; sadece ilerde evlilikle sonuçlanması neredeyse garanti olabilecek hallerde ve hemen herkesin haberi olduğu ortamlarda yaklaşabilir, hatta bunu bile yapamadan araya aracıları koyarak, niyetinin gayet halis olduğunu, en ufak bir red durumunda bir daha kapısının önünden dahi geçmeyeceği, ebediyyen konuyu kapatacağı, ''aşkını'' kalbine gömüp üzerine de en kalınından beton dökeceğini yemin billah anlatır veya ihsas eder, ancak ondan sonra karşıdan olumlu ufak bir kabul işareti gelirse yoluna devam eder, binbir türlü iniş çıkışlardan, uçurumlar veya azgın suların yanından geçe geçe hedefine ulaşabilirdi. Zaten tüm hikayeler, başkalarının başından geçip de sonradan herkese misal olan sevdalar anlatıla anlatıla gençlerimize yürünecek başka bir yol bırakmazdı ki oralarda. Tabi el altından bazı olaylar olur, saman altından sular hatta nehirler geçer, ama bunlar sadece terbiyesiz, karaktersiz, soysuz insanlar (hadi insanlar diyerek bir miktar değer vermiş olalım) tarafından icra edilirdi böyle rezaletler, ama bunlar genel kaideyi bozmaz, sadece azgınlık, sapkınlık, tu kaka şeyler olarak lanetlenir, bunları yapanlar dışlanır, afaroz edilir, sonunda memleketi terk etmek zorunda bırakılarak sonunda hem onlar hem de memleket kurtulur, geriye ibret verici hikayeler kalırdı. 


     Mamafih biraz düşünüp hele o coğrafya şartlarını da göz önüne alınca; insan bu sistemin iyi de olabileceğini düşünmeden edemiyor, şimdiki gençlere komik hatta acınası derecede zavallı görünen o zamanın kadın erkek münasebetleri, şimdilerde ''aşk'' denince sadece fiziki yakınlaşmaları anımsatırken, o zamanlarda üzerine romanlar, kasideler, operalar, hatta hemen her konuda sahne literatürleri yazılan, senfoniler bestelenen neredeyse insanüstü bir ruh haliydi akla gelen, halk dilinde sevda, hatta kara sevda, daha üst tabakalarda ise daha geniş spektrumlu bir aşk yelpazesi hatırlatan, kadınların gözlerini yaşartıp derin derin iç çekmeler, erkeklerin de uğruna ölümü bile göze aldıracak derecede bir akıl tutulması, esriklik hali ile yüreklerinin kafesinden çıkacakmışcasına çarpması, gözlerinden ateş çıkması gibi hallere düşmelerine sebep olan bir yarı trans, yarı delilik haliydi neredeyse. Şimdikilerin hakkını yemeyelim yine de; yapılan araştırmalarda aşka düşmüş ve her nasılsa muradına erememiş gençlerimizde aşk acısının en çok altı ay sürdüğü de son bilimsel araştırmalarla saptanmış olmasına bakarsak umutlarımız pek tükenmiş de sayılmaz doğrusu. Ama ben yine de o eski zamanların iflah olmaz bir hayranı olarak, her iki cinsin birbirlerini pek tanıyamamış, tanımak için de çok çaba ve kalp çarpıntıları içinde zaman sarf ettikleri o devirlerdeki aşk anlayışının daha efsunlu, daha yüce bir durum olduğunu düşünmekteyim. Bu gizemli hal belki de işin en çekici yönüydü, karşı tarafa açılma, bir bakışı, göz süzüşü, belli belirsiz bir gülümsemesi için neredeyse ömür boyu bekleme, umut ile hayal kırıklığı arasında gidip gelerek günlerini hatta aylarını yıllarını tüketme, ondan gelecek haberlere büyük bir merakla kulak kabartma, uzaktan da olsa siluetini görebilme umuduyla gece gündüz avare avare sokaklarda dolaşma, az buz şeyler midir sorarım ey gençler? Benim bu kadar zamanım yok, sür'at çağındayız, nerede trak orada bırak! diyenler belki meramımı anlamazlar, ama uğruna bu kadar nefes tüketilen, mürekkep harcanan, mendil paralanan, canlar verilip saç baş yolduran bu ''olay''ın hiç mi değeri yoktur dersiniz? Eskiler ömürlerini boşa mı tüketmişlerdir acaba? O kadar şiir, edebiyat şaheseri, sanat eseri sizce boşa mı yazılmıştır? Sizce mesele türlerin devamını sağlamak adına cinslerin ağzına sürülen bir kaç damla baldan mı ibarettir? Tamam anladık, türlerin devamı, bu ölümlü dünyada geleceğe kromozomlarımızın, o vazgeçilmez genlerimizin, eskilerin deyimiyle zürriyetimizin aktarılması çok önemli, hayati bir meseledir, ama el insaf! iki cins, hatta daha geniş anlamda söyleyelim, sevenle sevilen, ya da birbirleri için yanıp tutuşan bu zavallı insan kardeşlerimiz hangi büyünün esareti altında zincirsiz parmaklıksız zindanlarda gönüllü mahkumlar olmuşlardır acaba? Ey! hormonlar, feromonlar, oksitosinler, endorfinler, daha niceleri; hiç mi acımanız yoktur sadece bir kromozom alışverişi için bunca belaları çektirdiğiniz zavallılara? Ben yine de, işin yaldızlanmış, süslenmiş tarafından yanayım, öyle ya yemek yerken bile insan süslenmiş, baharatlanmış, marine edilmiş, bin bir teknik ve beceri ile önünüze getirilmiş güzel bir yemeği, aslında besin değeri aynı olan ama bütün bileşenlerinin belli ısıl işlemlerden geçirilip üstüne de blenderden geçirilerek kolayca içilebilir hale getirilmiş ama hiç bir şeye de benzetilemeyen bulamaca tercih edersiniz ya, aşk da belki de böyle güzel bir yemektir insana sunulan, yine ve hatta vitrinden ağzı sulanarak bakan, yediğini hayal ederek mutlu olan bir fakir çocuğa bile, belki o yemeği yemekten bile daha büyük bir zevk verir sokakta o vitrin başında ya, işte aynı vaziyet, mesele yemeği hapı hupur yiyip geğirmek değil, o yemeği tüm duyu organların ve beyninle görüp hissetmek, ilgili her şeyi tahayyül etmek belki de daha güzel bir durumdur. Birbirine kolayca kavuşan, aşklarını soyut halden, Platonik halden, somut hale getiren aşıkların haline bakalım bir de; büyü bozulmuş, yaldızlar dökülmüş, makyajlar, cilveler nazlar bitmiş, gerçekler galip gelmiş, ayaklar bulutlardan yere değmiş, hatta yenen o güzel yemek midede şişkinliklere, ufaktan gurultulara yerini terk etmiş, en alımlı kızların, en iyi okullardan mezun olup kimseye eyvallahı olmayan gençlerin düğünde ilk dansı vals ve romantik müzikler eşliğinde yaptıktan sonra, daha aradan kısa bir süre geçince orkestranın çalmaya başladığı en oynak havaları duyunca, hele hele dokuza sekiz ritimli roman havaları da başlayınca, bir anda her şeyin unutularak herkesin aslına rücu etmesi ve profesör, öğretmen, doktor, mimar, avukat, yazar demeden herkesin gerdan kırmaya, göbek atmaya, kalça ve omuz titretmeye başlamasında olduğu gibi gerçek hayatın eninde sonunda galip gelerek herkesi eşitlemesi, sonunda da davul zurna eşliğinde halaylar çekilmesi zeybekler oynanması gibi en ağırbaşlı görünen kimselerin bile yerinde duramayıp hünerlerini sergilemesi olayı mıdır aşk diye anlattığımız gerçekler? Ben yine de yarı melankolik, yarı hüzünlü, daha mütevazı olsun herkes, bir ayinde olduğu gibi ulvi duygular ortama hakim olsun kısacası aşka hürmet edilsin isterim, o muhteşem dizelerde meram edildiği üzere, ''Aşk imiş her ne var âlemde/ İlm bir kıyl u kâl imiş ancak'' diyen Fuzûlî den yanayım vesselam..


     Patronun önünde çakı gibi durmuş, bugünkü göreve hazır vaziyetteki iki genci bir süre gurur ve azıcık da hasetle izleyen patronumuz da sahneye biraz sükunet vermek amacıyla, -Eee nasılsınız gençler, dün epeyi yoruldunuz, üzüldünüz ama, biraz önce baktım da gazete haberlerimiz, yorumlarımız epeyce ses getirmiş, bizi destekleyen çok telefon ve mesaj aldım, olayların tam ortasından çektiğiniz fotoğraflar ve yorumlarımız çok heyecan, hatta infial yaratmış, eminim ki iktidar ve uşakları da bu haberlerden dolayı korku ve telaşa kapılmışlardır, aynen devam edeceğiz çocuklar! adaletsizliklerle, faşizmle, keyfilikle savaşta bir adım bile geri atmayacağız, halkı bilinçlendirmeye, direnişi artırmaya devam edeceğiz, bu arada halkımızı tabi ki eğitmeye, geçmişten ders alınması için devrim ve karşıdevrim savaşları hakkındaki tarihi olayları anlatmaya, sınıf bilincini yaymak için bilimsel sosyalizm ve tarihi materyalizmi anlatmaya da devam edeceğiz. İşimiz çok ama sizin gibi gençler oldukça başarının ve verimli sonuçların da daha çabuk ve kolay elde edileceğine inanıyorum, dedi. Tabi gerçekler nasıl bir durumda ve ne merkezdeydi pek bilmiyoruz, ama işte o kahramanlara özgü bir kendine güven, neredeyse Don Kişot'vari bir gerçeklerden habersizlik hatta hayal alemi içinde yaşadığının bile farkında olmayan ruh hali içindeki patronun zerre kadar umurunda değildi bu ''ikincil'' meseleler. Yetkili merciler şu anda onların hesabını görmek için hangi hileler, desiseler içinde planlarını yapıyorlar, gerekli yerlere nasıl talimatlar gönderiliyor, tepede sallanmakta olan Demokles'in kılıcı ne zaman ipini koparıp beyinlerine saplanacak, bu gibi ihtimal ve mümkün durumlar hiç mi hiç akıllarına gelmiyordu ''zafer'' sarhoşluğu içindeki genç gazetecilerimizin ve iflah olmaz patronlarının.


     Tam keyif içinde görevli kadının getirdiği çayları içmeye, Jale'nin annesinin yaptığı mozaik pastayı ve  adeta ona nazire olsun diye başka bir tabakta arz ı endam eden Fatma hanımın meşhur haşhaşlı cevizli çöreğini almaya ellerini uzatıyorlardı ki kapının zili utangaç bir şekilde kısacık bir süre çaldı, herkes şaşkınlık içinde yüzünü kapıya çevirmiş gelenin kim olduğunu merakla bekler vaziyette iken Fatma hanım koşarak gitti ve hızlıca kapıyı açtı, ve içeriye hayli yaşlıca olduğu bembeyaz olmuş saçları ve bıyığı, kamburu ve hafif salınmış bir göbeği yüzünden kolayca anlaşılan bir bey girdi, ve hem Sacit Sami bey, hem de Fahrettin ayağa kalkarak bu saygın kişiye doğru seğirttiler, Sacit Sami bey; - Ooo, Orhan hocamız gelmiş, bu ne güzel bir gün yahu, Allahım verdikçe veriyor!, hoş geldiniz efendim, şeref verdiniz, buyursunlar, dedi, Fahrettin de; -Hocam, hoş geldiniz, sizi tekrar gördüğüm için çok sevindim, dedi. Jale, tanımadığı bu adama gösterilen coşkulu karşılamadan etkilenmişti doğrusu, o da bir hoca karşısındaki öğrenci duruşuyla hoş geldiniz efendim dedi, uzattığı elini eski İstanbul beyefendilerine mahsus bir nezaketle sıkan Orhan hoca da memnun oldum efendim diyerek mukabele etti ve kendisine gösterilen koltuğa kibarca yerleşti. Sonra da gencimize bakarak, geçenlerde Fahrettinle bir yerde karşılaşmıştık (neresi olduğunu söylemeyecek kadar ince bir insandı tabi hocamız) ve sizinle çalışmakta olduğunu öğrenmiş ve çok memnun olmuştum, bu vesileyle sizi de görmek ve talebeme de hayırlı olsun demek amacıyla ziyaretinize gelmeyi düşündüm, sizleri görmekten ben de büyük bir zevk aldım Sami bey, dedi. Gencimizle meyhanedeki konuşmalarından ve hatta projelerinden bahsetmeyi nezaketsizlik olarak kabul etmişti tabi ki Orhan hoca. Sacit Sami bey; -Hocam, ne kadar memnun oldum bilemezsiniz, Fahrettin ve şimdi de Jale ile kadromuzu genişletmekteyiz ve gazete olarak toplumuzdaki büyük eksiklikleri karşılamak için bir atılımın arefesinde olduğumuz bugünlerde ne iyi ettiniz de şeref verdiniz, çok memnun oldum, dedi, ve büyük projelerinden bahsetmeye girişti hemen heyecanla. Patron bir eylem adamıydı, aklına gelen yerde, zamanı zemini dinlemez kafasından geçenleri hemen ortaya boca ediverirdi. Gazetecilik de işte böyle bir şey değil midir, hele bizim memleketimizde? Devamlı bir etki tepki, proje yıkım, hayal gerçek, kızgınlık sevinç, umut çöküntü arasında gidip gelen cemiyet hayatımız, bir ayna görevi gören gazetelerimizde de anında yansır ve, ya iç bükey ya da yerine göre dış bükey ayna görevi gören matbuatımız pireyi deve, ejderhayı da kedi yapıverir. Bunları Sacit Sami bey ve Orhan hoca bilmezden değildi şüphesiz, ama neticede bu meslek insanı esir alır, zamanla bir karakter, huy halinde insana nüfuz eder, tıpkı yukarıda bahsettiğimiz gibi neredeyse bir ''aşk'' gibi muharririyle, kâri'leriyle tüm ilgili kişileri esir alır, neticede bir bardak suda koparılan fırtınalar nice evleri, köprüleri, hatta hükümetleri yıkıp geçer de kimsenin gıkı çıkmaz. İşte bu da bir nevi aşktır ki, Sayın okur; yazanıyla okuyanıyla, hatta hiç ilgilenmese de neredeyse tüm milleti etkisi altına alır da, veba'dan sıtmadan beter eder, devrimlere, harplere bile sebep olur, bu kadar da tehlikelidir bu aşk, desek yeri var. İşte bu iki eski tüfek, ve yanlarında feyz almak için dikilen iki genç çömez nasıl bir ateşle oynadıklarının, elektrik gibi, görünmeyen ama çarpınca ne olduğu anlaşılan bir gücün başında bilinçsizce röleleri açıp kapamaktan zevk alan maymunlar misali, insanın içindeki o gizil güce, o karanlık uğultuya farkında olarak veya olmayarak yön vermeye çalışmanın o karşı konulamaz çekimine kapılmış, gelecekteki işleriyle, projeleriyle tabi her biri farklı farklı hayal ve amaç içinde, ama pek de ne yaptıklarının farkında olmadan, beyin kıvrımları arasında dolaşan ilham perileri ve onların arasında çaktırmadan gezinen şeytanların etkisi altında, yazacakları şeylerde insanlar üzerinde nasıl etkili olacağının yarı farkında yarı da sarhoşluğunda, bir dini ayindeki semazenlerin tek bir odak etrafında döne döne pervaneler misali kainatta galaksiler gibi bir çekime kapılmış akıp gittiklerinin yarı farkında yarı değil bir halde, o anda sadece birbirlerini ikna ve yüreklendirme çabası içindeydiler.


     Dışarıda hayat kendi akışında devam ediyordu, ama bu dört benzemez acaba nasıl bir gösteri sunacaktı masada, biz de onun merakında bekliyorduk günlerin neye gebe olduğunu, başımıza nelerin geleceğini görmek amacıyla...








                                                           *                                *                             *






     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

28- İş bölümü

Mağduriyet