36- Aranıyor

 



     Sacit Sami bey ve Orhan hoca kendi aralarında sohbete dalmışken, gençlerimiz de şüphesiz kendi dünyalarında, belki de gelecek günlerde neler olacağının, hayatın onlara neler sunacağının, başlarına hangi  çorapları öreceğinin, ya da iyimser olursak biraz, hangi sürprizli çikolatalardan sunacağının bile farkında olmadan hayal kurmaya, daha doğrusu kuzuların sessizliği içinde boş boş etraflarına bakmakla meşguldüler. Fatma hanımın önlerine getirip koyduğu çayları bile yarı uykulu, yarı robotsu hallerle içtiklerine bakarsak sanki iki yaşlı kurttan bile mecalsiz, amaçsız, etraflarından bîhaber haldeydiler desek yeridir. Fahrettin, Jaleye çok yakışan elbisesini sanki yeni fark etmiş gibi Jaleye gülümseyerek; -Elbiseniz çok yakışmış, çok şık olmuşsunuz derken sıkılgan Anadolu genci havasından sıyrılmaya çalışan bir delikanlıdan çok denize düşmüş bir adamın kendisine atılan tahlisiye simidine sarılırcasına yaptığı acele çırpınma hali içinde gibiydi. Bu durumuna Jale içinden gülse de yine de renk vermedi ve, -Teşekkür ederim.. diye kısa bir cevap verdi, ve ardından da hafifçe kızararak gülümsedi. Bu halin farkına varan gencimiz de doğru yolda olduğunu düşünerek kendisini yüreklendirdi ve bu yoldan yürümeye karar vererek tam bir başka cümleyi kurmak üzere hazırlanıyordu ki, patronun onlara hitap eden konuşması bu teşebbüsü de akim bıraktı.


     -Bakın çocuklar, dedi Patron, Orhan hocayla çok önemli bir mutabakata varmış bulunuyoruz, bizim zaten bildiğiniz planımız bu mutlu tesadüfle daha güçlü ve hızlı bir merhaleye geçmek üzere şu anda, kısaca hocamıza hedefimizden bahsettim ve o da bu çabamıza severek destek vereceğini söyledi, artık kare as kurulmuş durumda, uzun zamandır düşündüğüm, halkımızı bilinçlendirmek ve dünya düşünce hayatının geçirdiği aşamalar hakkında bilgilenerek, başta düşüncenin ne olduğunu, bilginin nasıl elde edilip pratik hayata nasıl uygulanacağını, yani teoriden eyleme nasıl geçileceğini geniş yığınlara (ne yazık ki geniş yığın ancak bu mütevazı gazetenin tirajı kadar bile değildi ama olsun, şu an patron uçmaya başlamıştı bile, keyfini kaçırmanın alemi yoktu değil mi) anlatmak, öğretmek ve uygulamasında da rehberi olmak misyonumuzu hayata geçirmek üzere güçlü bir adım daha atmak üzereyiz. Bana göre bu tarihi bir adım olacak yayın ve siyasi hayatımızda, bunun heyecanı içindeyim, sevinç ve gurur duyuyorum şu anda ve aynen gençlik yıllarımdaki gibi enerji doluyum, eminim siz de aynı durumdasınız, dedi.


     İki gencimiz ne diyeceklerini düşünmekte iken Orhan hoca konuşmaya başladı; -Sami bey, dedi, siz her zaman hem düşünce hem de eylem adamı oldunuz, bizler Üniversite kürsülerinde öğrencilerimize mesleğimizin ve ülke fikir hayatının özelliklerini öğretirken siz işin uygulaması içinde, her türlü tehlikeye, engellemeye ve hatta acımasızca cezalara rağmen yolunuzdan bir adım bile sapmadan yürümeye, deyim yerindeyse balta girmemiş bir ormanda elde pala, kendi yolunuzu aça aça ilerleyen bir kâşif gibi bilinen ve bilinmeyen her türlü olumsuzluğu adeta hiçe sayarak ilerlemeye devam ediyordunuz, biz sırça köşklerimizde suya sabuna dokunmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla! kabilinden sözlerle ahkam keserken, siz bir cengaver gibi neredeyse yapayalnız durumda savaşınıza devam ediyordunuz. Yıllar geçip artık yaş haddinden emekli olunca benim yorgun kalbimi ve zihnimi bile şu halinizle heyecanlandırdınız doğrusu, bu çabalarınız ve deyim yerindeyse deli yüreğiniz her türlü takdirin üzerindedir, umarım halkımız sizin değerinizi bilmek ve yaptıklarınızı takdir etmekte daha fazla gecikmeyecektir dedi. Bu sözlerde ufak bir kinaye de olsa atılan taş patrona değil de bir türlü adam olmak istemeyen, düşünmek eyleminden yılan görmüş gibi korkan, felsefeymiş, düşünce akımlarıymış, hatta edebiyat sanat gibi konulardan bile haz etmeyen sayın ve sevgili halkımızaydı şüphesiz. Ama birazcık da olsa umut da barındırıyordu içinde, zaten umut olmasa, gelecekte hakkının teslim edileceği, sevgi ve hayırla, hatta hasretle yad edileceği, belki de -neden olmasın-, bir parkın veya meydanın içine ufak da olsa, özensiz ve beceriksizce de olsa (çünki heykel deyince nutkumuz tutuluyordu neredeyse, o kadar uzaktık bu sanata) küçük bir heykelinin dikileceği günlerin de geleceği umudu olmasa yaşanabilir miydi hiç bu gözünü sevdiğimin memleketinde. Şairin dediği gibi, umut fakirin ekmeği, ye Memet ye!. Bütün bu umutlar aslında kimsenin yani bu eylem adamlarının umurunda da değildi, onlar sadece kendilerine, sürdürmeye sonuna kadar devam edecekleri ''insanlık'' yollarına, ülkülerine inanmışlardı bir kere, ölseler de dönecek değillerdi yollarından, işte o kadar. Sadece arada bir Orhan hocanın yaptığı gibi bir kaç nazik söz, hatta o bile gerekmez, yolunda ona arka çıkmak, ve elinden geldiğince yardım edeceğini hissettirmek bile yeterdi onlara.


     Bu iki ihtiyar delikanlının heyecanlı konuşmaları ve birbirlerini galeyana getiren davranışları gençlerimizi de azıcık etkilemişti sanki. Şimdi daha bir canlı, daha bir dikkatli bakıyorlardı onlara, Fahrettin bu fırsatla bir şeyler demek gereğini duyarak; - Hocam aynen dediğiniz gibi, siz ve Sacit hocam (ağzından böyle çıkmıştı ama o da bu ünvanı çoktan hak etmişti) benim için bir örnek şahsiyetsiniz ve ne mutlu bana ki sizden her gün yeni şeyler öğrenen bir öğrencinizim, her ikiniz de beni çok onurlandırdınız sözlerinizle ve davranışlarınızla, gösterdiğiniz yol ve işlerde elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz, eminim Jale de bu duygu ve düşüncededir dedi, ve ona doğru döndü; Jale ise hafif kızararak; -Ben daha acemi bir öğrenciyim, hatta şu an öğrenci miyim yoksa okuluna bile giremeyen birisi miyim ondan bile emin değilim, ama ben de bu projede bulunmaktan memnunum ve yapabileceğim her şekilde yanınızda olacağım, dedi. Bu sözlere iki yaşlı delikanlıdan çok gencimiz sevindi şüphesiz, herkes durumdan memnun, keyifle çaylarını yudumlamaya başladılar.


     Kısa süren sessizliği Orhan hocanın sesi bozdu; - Evet, ne yapmak istediğimiz aşağı yukarı belli oldu, şimdi mesele neyi nasıl yapacağımız, hedefimizi hangi adımlarla gerçekleştireceğimiz, hangi yolları ve kaynakları kullanarak ve nasıl bir işbirliği içinde güçlerimizi en etkin ve verimli şekilde birleştirerek ortaya güzel bir eseri nasıl çıkaracağımızın planını yapmamız gerekiyor. Müsaade ederseniz önce bu işin çerçevesini çizelim ve kaynaklarımızı, enerjimizi fazla dağıtmadan, yani bir şekilde kaynaklardan tasarruf ederek en iyi sonucu nasıl alabiliriz onun yolunu bulmaya çalışalım dedi. Hocalar işte böyledir, söyleyecekleri sözü, anlatacakları şeyi uzun uzun anlatmaktan, kırk dereden su getirip sonunda hepsini de karıştırıp dinleyene bir damlasını bile tattırmadan konuşurlar da konuşurlar. İşte yine ders başlıyor diye düşündü gençlerimiz, aslında Orhan hoca yine en güzel konuşan, insanı baymadan sıkmadan anlatacağını anlatan hocaların en önde gelenlerinden biriydi, ama metodik düşünce ve serde bulunan hocalık baskın çıkmıştı işte, oysa atalarımız dememiş miydi kervan yolda düzülür diye, biz millet olarak bu yöntemlere plana programa pek alışkın değildik doğrusu, bir şeyi kafamıza koyunca heyecanla girişir, sonra da ilk zorlukta sıkılır, hevesimiz kaçar ve bırakıverirdik peşini, oysa Orhan hoca meseleyi anlaşılan herkesten çok ciddiye almış gibiydi, ve belki de işi baştan sıkı tutayım, neyi nasıl yapacağımızı bilelim de öyle yola çıkalım düşüncesiyle eylemin planını projesini çizmenin derdindeydi, iyi ki de böyleydi, yoksa bir eylem adamı olan patron ve yanındaki iki çömez, şimdiye kadar kimsenin beceremediği bu ''halkı bilinçlendirme, eğitme'' işini dünyada yapamazlardı. Doğrusu Orhan hoca Hızır gibi yetişmiş, ilaç gibi gelmişti aralarına. Fahrettin bu sırada bu iki ihtiyar delikanlıyı izlemeye ve düşünmeye başlamıştı. İşte milli mücadeledeki Atatürk ve İsmet paşanın karşımızdaki iki örneği dedi, gerçekten huy ve davranış olarak bu ikisi de o tarihi kişilikler gibi görünmüştü ona, Atatürk bir düşünce adamıydı şüphesiz, ama o bir hedefe odaklandığı zaman artık bir eylem adamı olur, tüm enerjisini hedefine ulaşmaya hasreder, gereğinde ölümü bile göze alacak bir cesaretle öne atılırdı, buna karşılık İsmet paşa bir hesap adamı, tam bir kurmay gibi, soğukkanlı, verilen hedefe -dikkat buyurunuz ''verilen'' hedefe- ulaşmak için neler gerekir, hangi merhalelerden geçilir, olası tehlikeler riskler nelerdir ve bunlar nasıl bertaraf edilir, nasıl bir planla hareket edilirse en iyi yol olur gibi işin mühendislik kısmı diyebileceğimiz yönünde çalışırdı, en azından tarihimizi incelerken bu kanıya varıyorduk bizler, işte şimdi de ''Halkımızın uyandırılması, bilinçlendirilmesi'', dünyadaki fikir akımları ve siyasi tarih hakkında en azından bir fikir ve kanaat edinecek kadar olsun aydınlatılması, ve buna dayanarak da geleceğimizi daha bilinçli ve emin adımlarla inşa edebilecek bir sosyal ve siyasal alt yapıya kavuşturulması hedefinde iş birliği içine girmekte olan bu iki mümtaz şahsiyet, azıcık da olsa bu iki paşamıza benzemiyorlar mıydı sizce de? Gencimiz bu erkanıharp odasında acaba hangi roldeydi, bir de onu düşündü, Zekeriya Sertel olabilir miydi acaba?, yok, onun sonunu düşününce bu rolden vaz geçti, en iyisi Garp cephesindeki fotoğrafları çeken Etem Tem olmak diye düşündü, belki ileride daha büyük yararlıklar gösterir, bir Reşit Galip olamasa da isimsiz bir devrim kahramanı olurdu kim bilir? Jale bu hikayede kim acaba dedi sonra, aklına sadece Halide Edip geldi, halbuki sonradan Adıvar adını alacak olan eşi Adnan bey de Mustafa Kemal paşanın belki de sağ koluydu, ama gencimiz onu belki de hiç duymamıştı, yani Jale'yi Halide hanıma benzetirken onu hafızası bilinçli (belki de bilinçsiz) olarak aldatmış ve onu bekar bir kız olarak tahayyül ettirmişti o sırada. İşte görüldüğü gibi, insan beyni de işine geldiği gibi olayları hatırlar veya unutur, o anda Halide hanımın bekar olmasını tercih etmişti gencimizin zihni, iş bu kadar basit işte.


     Orhan hoca devam etti; - Bence önce Felsefe nedir, tarihten günümüze gelen felsefi akımlar nedir, etkileri neler olmuştur, ''Düşünme eylemi'' nedir, felsefi ve dini akımlar ve toplum üzerindeki etkileri neler olmuştur gibi ana hatlarıyla bu konuları incelemeye kalkarsak, halkımızı biliyorsunuz pek ilgileneceklerini sanmıyorum böyle meselelerle, ama bir şekilde onların ilgisini çekerek yani bir nevi magazinleştirerek bu ağır konuları anlatmamız lazım, en güzeli bence tarihte baştan beri düşünme eyleminin geçirdiği aşamaları, sebep olduğu çatışmaları ve savaşları, düşünce ve eylem insanlarının hayatları üzerinden hikayeleştirerek anlatmak, mesela Yunan filozoflarının belli başlılarının sözleri, bu yüzden başlarına gelenler, başkalarına etkileri gibi konuları akıcı bir şekilde anlatabilmek ve halkın ilgisini çekebilmek gerekiyor, bir zamanlar bu gibi konuları çizgi roman veya tefrika şeklinde yayınlamak bile düşünülmüş, ama kısa zamanda iş pehlivan tefrikasına dönüşmüş, fikir çatışmaları yerini iktidar savaşları ve düşünürlerin, hatta din adamlarının birbirlerinin kuyusunu kazmaları hikayelerine veya saray içi sultanların, kadın efendilerin, dilberlerin rekabeti hikayeleri seviyesine indirgenmiş, bizim de halkımıza anlatmak istediklerimiz bu seviyeye düşerse harcadığımız mürekkebe kağıda yazık, o sayfaları at yarışı, futbol haberleriyle, günlük haftalık fal ve Ayşe ablaya sorun, Doktor Haydar'a danışın gibi yarı komik yarı ciddi yazılarla doldurmak daha mantıklı olur, ama bizim gazetemiz gibi bir gazeteye de bu tarz yayınlar yakışmaz ve çizgimize ters düşer, o yüzden biz öncelikle hedef kitlemiz kimdir, onlar neden hoşlanır, nasıl bir üslup onlara hitap etmemizi ve ilgilerini sağlar önce onun üzerinde düşünmeliyiz dedi.


     İşlerin göründüğü gibi kolay olmayacağı, düşündükçe çetrefilleşmeye başlayacağı anlaşılıyordu ki imdada patronun gür ve kararlı sesi yetişti; - Orhan hocam, bizim kitlemiz belli, demokrasiye susamış, devrimlere inanmış ve ''sürekli devrim''e gönül vermiş, İnsanlığın kurtuluşunu köhnemiş zihniyetler ve karanlık inançlarda değil, hakiki mürşit olan bilimde, fende gören, hümanist, terakkiye inanan, bilimsel sosyalizmi rehber edinen yurtsever ve emekçi insanlardan oluşan geniş halk kesimidir bizim kitlemiz dedi. Fahrettinin gözünde bu insanların kimler olabileceği düşüncesiyle bazı sahneler belirmeye başladı o sırada. Acaba patronun tarif ettiği kişiler gerçekten de bir ''kitle'' teşkil edecek kadar kalabalık mıydılar, nerede oturur, ne yer içer, neler konuşur, nelere güler, nelere ağlar, nelere kızar, neleri sever, nelerden nefret eder, nasıl yaşardı bu kitleler? Bir zamanlar bir padişahımızın sarayının penceresinden bakıp da beğenmediği bir ''baldırıçıplaklar güruhu'' muydu bunlar, yoksa Anadolunun gözlerden ve gönüllerden ırak garip bir köşeciğinde, eski mesut günlerin ve gelecekteki nurlu ufukların hayaliyle yaşamaya devam eden halk insanları mıydı, ya da stadyum kapısında birikmiş, köfte ekmek kokuları içinde amigolarının bağırdığı sözleri tekrar eden, dövecek rakip takım taraftarı arayan heyecanlı vatandaşlar mıydı, galiba bunların hiç biri değildi o kitle. Neredeydi bu hedef kitle acaba, hatta bırak kitleleri, bu tariflere uyan kaç kişi geliyordu akla acaba? Gencimizin aklına gele gele memlekette uzlete çekilmiş halde yaşamını devam ettirmeye çalışan, adeta insanlara küsmüş, onlardan umudu kesecek hale gelmiş gibi görünen (hoş pek de öyle görünüyor değildi, ama o öğretmenin geçmişi ile bugünü karşılaştırıldığında böyle bir intiba bırakıyordu gören kişide) Ali Haydar öğretmenden başkası gelmemişti, hele daha yeni yeni tanımaya başladığı bu koca metropolde böyle bir grubu bırak, tek bir insan dahi kalmamış olacağına kalıbını basabilirdi acar muhabirimiz. İşin daha ilginç, bir o kadar da hüzün verici yanı ise yazıhanedeki bu yılların görmüş geçirmiş ve ortalamanın çok üzerinde bir tecrübeye sahip olacakları düşünülen iki ''eski tüfek'' tabir edilen ihtiyar delikanlısının da böyle bir kitlenin var olduğuna, hatta neredeyse çoğunlukta bile olduğuna canı gönülden inanır gibi konuşmaları ve birbirlerini destekleyerek sonunda kendi yalanına kendisi de inanan küçük bir çocuk gibi bu iskambil kağıtlarından yapılmış şatonun odalarında gezinmeye kalkmalarıydı. Güler misin ağlar mısın sözünün cuk oturacağı bir durum, şimdi iki genç buradaki iki yaşlıdan daha gerçekçi, daha soğukkanlı, hatta daha bir şaşkın halde bu tonton amcaların hayallerini seyretmekte idiler. Bu hazin tablo aynen çok erken kaybettiğimiz Oğuz Atay'ın söylediği gibi ''okurunu arayan yazar'' durumunda anlatılmak istenen manzara idi. Asıl bu muhayyel kitle nerede idi ilk soru ve aranması gereken cevap bu olacaktı şüphesiz, ama gel de bunu sorarak pişmiş aşa su katma cesaretini göster bakalım. Acaba bu kitle, çoğunluğunu emekli devlet memurlarının veya askerlerin oluşturduğu -ki bunların kahir ekseriyeti öğretmen, umur görmüş savcı veya hakim, ast subay ve bazı generaller dahil subaylar, ve bunların çocukları olup kendileri de devletin ekmeğini yemiş ve devlet kapısından emekli olmuş, memleketin elden gittiği fikri içinde derin bir anksiyete sahibi, öfkeli, çatacak yer ve zemin arayan, burnundan soluyan kırmızı görmüş bir boğa gibi, artık çevrelerinin cumhuriyet ve vatan düşmanları işbirlikçiler tarafından sarılmış olduğu vehmindeki gayrimemnun vatandaşlardan müteşekkil bir sosyal kesim mi idi?. Bu kitle her gün şiddeti gittikçe artırılan kaygı ve yalan yanlışına bakmadan üzerlerine boca edilen olumsuz ötesi kötücül haberler yüzünden adeta sersemlemiş bir haldeyken, bunlara sakin sakin düşünmenin ne olduğunu, felsefeyi, fikir ve sosyoekonomik teorileri ve uygulama şekillerini anlatmanın kara mizah gibi olacağını nasıl düşünemiyordu bu iki eylem ve fikir adamı, bilinmez, bu da bir psikoloji sosyoloji ve felsefe konusu olabilirdi pekâlâ..


     Bütün bu garip düşüncelerin etkisi altında vaziyeti seyretmekte olan gencimiz sonunda kendisini tutamadan öncelikle Orhan hocaya bakarak sordu; - Hocam, hitap edecek olduğumuz kitle hakkında bir ön araştırma yapsak önce, mesela bir mini anketle okurlarımıza sorsak, neleri merak ediyorlar, nasıl bir yazı dizisi olsa ilgilerini çeker, bu kişilerin sosyoekonomik durumları, gelecekten ve hükümetten beklentileri, Felsefe ve sosyal bilimler hakkında neleri bildikleri veya ne kadar malumat sahibi oldukları, neleri bilmek öğrenmek istedikleri, onları nelerin heyecanlandırıp nelerin üzdüğünü kızdırdığını, kendileri ve ülkeleri hakkındaki endişeleri, görüşleri, hayalleri, bugünkü siyasi ortam hakkındaki görüşlerini, hatta tarihi ve sosyal geçmişimiz hakkındaki görüşleri gibi şeyleri sorsak, bu anketin nasıl uygulanacağı hakkında bir araştırma yapıp hedef kitlemizin hakkında ve o kitleyi nasıl büyüteceğimiz hakkında neler yapabileceğimizi araştırsak acaba nasıl olur? dedi, bunları söylerken her iki yaşlı adama ve ara sıra da Jaleye bakarak onların nasıl bir reaksiyon vereceğini, biraz da içinde gittikçe büyümekte olan bir endişe ile, ve bir ilk okul öğrencisi saflığı ve masumiyeti içinde meraklı gözlerle bakarak sözlerini bitirdi..


     Herkes bir anda susmuş, ortalığı tehlikeli bir sessizlik kaplamıştı sanki. Dışarıda, fon halindeki gürültü bile durmuş gibiydi...








                                                      *                               *                              *







                    

Yorumlar

  1. Bu dörtlünün ortamı bana nedense üniversite yıllarında gittiğim yeşilli ortamı hatırlatıyor :) Böyle fikir adamları vardı bizden büyük, kimi hoca kimi cengaver, biz de hakikaten fahrettin, eylem mi yapalım aşka mı düşelim emin olamayan gençler kadrosunda, bazen iş ciddileşince burada işim ne, bazen sscb gibi coşkuyla dünyayı kurtardığımıza inanarak. Şimdi dönüp bakınca hayatta en çok o günlerde yaşadığımı hissetmiştim..
    Oğuz Atay bu halkı bilinçlendirme konularıno nasıl güzel anlatır, özledim rahmetliyi, biraz karıştırayım şimdi aklıma gelmişken..
    Jaleyi ben de Halide Edip gibi görüyorum, daha cevval olsa Suat Derviş de olabilirdi ama Jale biraz edip bir insan :) Uçarı değil.
    Fahrettini kendimle özdeşleştirdiğim anlar oluyor kafa karışık :))
    Geçen bir arkadaşım geldi, dünyadaki en hümanist en herkesle ortak bir yön bulup anlaşabilen insandır. Dedi ki, bir arayışım var, dedim ki öğretmen rolünde biri olmadan olmuyor, dedi ki ben şimdiye dek kimseyi öğretmen olacak kalitede görmedim. Buna çok şaşırdım çünkü bende de tam tersi herkes öğretmen gibi düşünüyorum.. Fakat anadolu bilgeliği ile kitabi bilgelik farklı alanlar ve çoğunlukla birbirini baltalıyor. Hangisine inanmalı, hangi yolda yürümeli, bir yol tutmalı mı yoksa birçok yola düşüp belki de kaybolmak uğruna ruhu geliştirmeye yani toplum yerine kendi içimize yönelmeye mi kalkmalı.. Bunlar sanırım cevapsız ve kişisel sorular.
    Halkımız ne istiyor sorusu hakikaten syntax error (hatırlıyor musun?) verdirdi sisteme :)))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de eğer iyi gözlemlenirse her insandan öğrenecek bir şeyler çıkacağına inanırım. Bana bir şeyler öğretecek kişi daha anasından doğmadı gibi bir fikir biraz kibir oluyor gibi :). Sanırım Fahrettin ve hocaları halkımıza bir şeyler öğretmeye çalışırken kendileri bir şeyler öğrenecek gibi :) , öğrenmenin sonu yok ve eğitim şart ;) sistem her zaman syntax error hatta mismatch error vermeye devam :))

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

28- İş bölümü

Mağduriyet