37- Nasıl?

 



     Gencimizin gençliğine verilmesi temennisiyle sorduğu soru aslında doğru bir soru idi, ama her şeyin yeri ve zamanı olduğu gibi soru sormanın da yeri, şekli ve zamanı çok önemliydi. Acar gazetecimizin bunu bilmemesi pek affedilir bir şey değildi, ama nihayetinde eğer kare as olmuşlarsa en azından sinek ası da olsa nihayetinde o da bir As idi ve o olmazsa karenin tamam olmayacağı ve üç asın da pek bir kıymeti harbiyesinin de olamayacağı kabak gibi ortadaydı. İşte bu ahval ve şeraitte gencimiz insiyaki de olsa bir sual tevcih etmişti hocalarına, ve cevabını da beklemekte haklıydı, değil mi?


     Soru Orhan hocaya bakarak sorulduğu için önce o konuştu ve; -Doğru diyorsun Fahrettinciğim, hedef kitlemiz ve onun eğilimleri son derecede önemlidir, bunu öğrenmenin en bilimsel yollarından birisi de ankettir, dedi. Hatta sözlerine devam etmek üzere derin bir nefes bile aldı ama sözü Sacit Sami bey tarafından adeta sert olabilecek bir şekilde kesildi.


     - Ben pek katılmıyorum bu anket işine, dedi patron, sonra da şöyle devam etti; - Atatürk milli mücadeleye girmeden önce anket mi yaptı? Lenin St.Petersburg'a gitmek üzere trene binmeden önce anket veya devrimciler arasında araştırma mı yaptırdı?, Che Guevera devrim için Bolivyaya gitmeden önce kamuoyu yoklaması mı yaptırdı?. Arkadaşlar!, Devrimler nasıl küçük bir kıvılcım olarak başlar ve patlamaya hazır maddeyi bulunca da kontrolden çıkıp her şeyi berhava eder ya, mesele zemin ve zaman meselesidir, bizler kıvılcımız ve devrim ateşini yakmak üzere uygun ortamı bekliyoruz, bugüne kadar uygun ortamı bulamamamız bundan sonra bulamayacağımız anlamına gelmez. Bizim gazetemizin yıllardır yapmaya çalıştığı şey nedir sizce? Olayları kendi bakış açımız ve ideolojimiz açısından süzerek kitlemize anlatmak ve onları devrime hazırlamak değil midir? Ben bu yola çıkarken kimlere hitap edeceğimi, hangi halk katmanlarını muhatap alacağımı biliyordum tabi, ama onlar kaç kişidir, nerede yaşarlar, bilinç düzeyleri nedir hiç mi hiç araştırmadım. Tıpkı yukarıda bahsettiğim efsane kişiler ve bunlara benzeyen tüm isimsiz devrim kahramanlarının yaptığı gibi, hak bildiğin yolda tek başına yürüyeceksin düsturu uyarınca gereğinde bir başıma da kalsam inandığım fikir ve hedef uğruna yürümekten vaz geçmedim. O yüzden bence anketmiş, araştırmaymış bunlara hiç gerek yok, enerjimizi bunlarla tüketmeyelim, hemen işe koyulalım, dedi.


     Fahrettin'in bu sözleri dinlerken, biraz önce bu iki şahsiyeti Atatürk ve İnönü'nün kişiliklerine benzetmekle ne kadar isabetli düşündüğünü bir kere daha teyit ettiğini ve kendisine mütevazı bir aferin çektiğini de ilave edelim.


     Yine bir sessizlik oldu tabî.. Orhan hoca düşüncelere dalmıştı, bir şeyler demese söylenenleri zımnen kabul etmiş gibi olacaktı, ama patronun bu fikrini de tam olarak destekleyemezdi tabi, düşünceli bir şekilde konuşmaya başladı (ne şiş yansın ne kebap çabasındaydı tabi ki); - Haklısınız temelde Sami bey, ama siz de kabul edersiniz ki, başta Atatürk olmak üzere tüm bu insanlar hatta tüm liderler bir işe girişmeden önce kesinlikle, dar da olsa etraflarında bir kadro oluşturmaya, insanların yetenek ve zaaflarını çok iyi değerlendirerek onları hedefleri doğrultusunda sevk ve idare etmeye, gizli ve açık olan kadrolarını çoğaltıp güçlendirmeye, gereğinde karşı oldukları insan veya gruplarla bile beraber hareket etmeye hatta hile yaparak onlarla işbirliği içindeymiş gibi görünmeye, kısacası siyaset yapmaya çok önem vermişlerdir. Bu arada gençlerimiz siyaset sözünün kelime anlamını bilmeyebilirler, siyaset arapça bir kelimedir ve seyislik kökeninden gelmektedir, kısaca seyislik mesleği de diyebiliriz, biraz düşününce doğru bir yakıştırma olduğu da görülür; nasıl bir seyis önce atı tanır, huyunu öğrenir, inatçı mı, yumuşak huylu mu, korkak mı, yoksa gözü kara mı, tembel mi, zeki mi yoksa biraz ahmak mı önce onu iyice anlar ve ona göre de onun bir süvari atı mı, yoksa bir posta arabası atı mı, ya da bir soyguncu çapulcu atı mı, veya pazardan eve eşya ve mal, kömür odun taşımakta, tarlada döven veya buğday değirmeni veya kuyu suyunu çekmekte kullanılan bir amele at mı olacağına karar verir ve istihdam edileceği, kullanılacağı yere göre bakımını yapar, beslenmesini ve tımarını ona göre yerine getirir, hatta koşumlarından nalbantlık işlerine kadar ona verdiği değere göre gereğini yapar, işte siyasetçi de insanları aynen atlar gibi değerlendirir ve kendi özel gayelerine göre onları anlayacakları hoşlanacakları muamelelerle sevk ve idare eder, yönetir. Bir de siyaset meydanı tabiri vardır ki, yeri gelmişken onu da söyleyeyim, genellikle üst tabakadan idareci kişilerin gözden düşme zamanları geldiğinde veya eski güçlerinden ve kuvvetlerinden düşmelerinin neticesi olarak, ya da rakiplerinin düzenlediği entrikalar sonucu ayaklarının kaydırılması yoluyla olarak, siyaset sahnesinden kaldırılmaları amacıyla, uygun ve hızlıca bir mahkeme sürecinden hatta bazen buna bile gerek duyulmadan, halkın gözleriyle görmesi amacıyla uygun bir alanda darağacının kurularak idam edildikleri yere verilen isimdir, tarihimizde nice paşalar, kudretli haşmetli devlet adamları böyle siyaset meydanlarından uğurlanmıştır. İşte böyle gençler, size tarihten bir yaprak, kıssadan hisse nedir diye sorarsanız bu coğrafyada toplum için bir şeyler yapmaya, yani kısaca siyaset yapmaya kalkmak, baştaki niyetin ne olursa olsun, eğer başarılı olursan eller üstünde tutularak ödüllendirileceğin, ama başarısız olursan da siyaset meydanından -imamın kayığına bindirilerek- yine eller üstünde ebedi istirahatgâhına tevdi edileceğin tehlikeli bir eylemdir. Bu memlekette bu işin en büyük üstadlarından ve yedi defa gidip sekiz defa gelmekle övünen  Süleyman Demirel'e sormuşlar; politika yani siyaset nedir diye, onun cevabı da, siyaset bir rodeo oyunudur, kızgın boğanın üzerinde düşmeden ne kadar kalabilirsen o kadar ustasındır olmuştu. Demek ki o da sonunda kaçınılmaz kaderi düşmek de olsa boğanın üzerinde kalabildiği kadar kalmaktan başka amacı olmayan bir ''Devlet adamı''ydı. Bu sözlerimden umarım gerekli hisseyi çıkarmışsınızdır, yapmaya çalıştığımız şey toplumumuzu bilinçlendirmek, eğitmek ve kendi kaderinin efendisi olmasını sağlamaktır. Bu yolda, şükür artık memleketimizde idam cezası yok ama yerine göre ondan da beter her türlü tehlikenin olduğunu da söylemiş olayım, şimdi hemen biz ne yapıyoruz da idam sehpasına gideceğiz diye sorup da korkuya kapılmayın, ama gazetecilerin, kendilerinin bir bayramlık bir de idamlık gömlekleri olmasıyla övünen politikacılarımızdan pek de farkı yoktur bu ülkede, hatta daha acısı, şamar oğlanı olmak gibi bir yerimiz ve görevimiz de vardır siyasi hayatımızda, eşşeğini dövemeyen semerini döver misali, iktidar sahipleri muhalefete ceza vermek veya rakiplerine gözdağı vermek için önce onları destekleyen biz gazetecilerden başlarlar işe, zaten bizler birbirimizi yalaka, yandaş, borazan, şakşakçı olarak her an satar, yerin dibine batırırız ve onların ellerine her an koz vermeye bayılırız ya, onların da canına minnet işte, hınçlarını bizden çıkarırlar, hele ülkede siyasetin köpeği haline gelmiş bir hukuk sistemi varsa, aslında kendilerini halklarının bekçi köpeği olarak gören ve gösteren ve bununla da övünen gerçek gazeteciler başta olmak üzere -satılmış veya yandaş gazeteciler hariç-, muhalif veya yalnızca vatandaşın menfaatleri için gerçek gazetecilik yaparak halkını ve -artık kaldıysa- yargı makamlarını uyarmak için mesleğini yiğitce ve dürüstce icra eden meslekdaşlarımız, ne yazıktır ki en önce dayak yiyen ve cezalandırılan kesim olmuştur. Boşuna denmemiştir basın halkın müşterek sesidir, 5. kuvvettir diye, ama her devirde, özellikle de paylaşım kavgasının çok, kaynakların az, gözlerin de hiç doymaz olduğu dönemlerde, gazetecilik en riskli ve en sevilmeyen mesleklerden birisidir, gazetecilerin eskiden yaş ortalaması çok düşük olurdu, tabi gerçek gazetecilerden bahsediyorum, çoğu sigara içki veya stressli yaşam yüzünden ya kalpten ya da kanserden, bir kısmı da nedense trafik kazası, düşme falan gibi masum gösterilen sebeplerden, çok meslekdaşımızı erken yaşlarda kaybetmişizdir, öte yandan güçlünün yanına yerleşen, artık söylemekten hicap duyduğum sıfatların hakkını çok iyi veren sözde meslekdaşlarımız da vardır, kimisi de onları örnek alır ve onların peşinden gider, artık ben onlara bırak gazeteci, insan demeye bile utanıyorum, onlar ikbal içinde yaşarlar ama basın tarihimizde yerleri çöp tenekesidir. 


     Orhan hocanın verdiği kısa gazetecilik dersi esnasında gencimizin gözlerinin önünden film şeridi gibi hayaller geçmeye başlamıştı bile, kâh şehit gazeteciler, kâh kırmızı elbiseli manken sunucular, kâh Sacit Sami bey, kâh Tevfik Fikret, hatta daha gazeteci bile olmamış Jale bile sıralı sırasız, anlamlı anlamsız arz ı endam ediyorlardı. Nasıl bir işin içine düştüm yahu! dedi sonra. Masanın etrafında iki yaşlı kurt, iki yavru kurt, neler planlıyorlardı böyle? ''Hedef Kitle'' denen nesne kimdi, neredeydi, nasıl bir şeydi, ne yer ne içerdi, bu dört As, onu yatmakta olduğu viranelerde nasıl bulacaklardı, üstü başı yırtık pırtık içinde, yarı uykulu yarı sarhoş, karnı aç ama zihni karışık ve dolu, öfke ve kin duyguları yorgun bedenini sarmış, öylece bir duvar dibine uzanıvermiş bu ''kitleyi'' bulduklarında, bu dört cengaver,  genç olan ikisi ayaklarından, yaşlı olan ikisi de kollarından kavrayıp, düzgün temiz bir yere getirdikten sonra, üstünü başını silme bahanesiyle yumuşak tokatlar ata ata nasıl canlandıracaklar, sonra da yerine göre tatlı sözlerle, yerine göre de azarlayarak veya hatta emirler vererek önce oturur hale getirecekler, daha sonra son bir gayret ayağa kaldıracaklar, şöyle etrafına bakıp kendine gelmesini sağlayacaklar, hatta yumruklarını hırsla sıkmasını da öğretecekler, hele bir de sol yumruğunu iyice sıkıp kolunu da iyice kaldırarak bir devrimci işaretini de verdirebilirlerse dünyalar onların olacaktı. Her şey bu kadar açık seçikti işte, ama hadi bütün bunları yapabildiler, bu sol yumruğu havada etrafına hiddetle bakan Kitle; ondan sonra ne yapacaktı? nasıl sevk ve idare edilecekti? işte orası meçhuldü ve korkarım ondan sonrası kare asımızın da muhayyilesi haricindeydi şimdilik. Olsun, hele bir kitle ayağa kalksın, gerisi kolaydı. Kolay mıydı acaba? Amaan, ondan sonrasını da boğanın üstüne çıkan düşünsündü..


     Orhan hoca fırsatını bulmuşken devam ediyordu, kürsüden dersini veren bir hoca gibiydi artık sanki; - Sami bey (nedense Sacit kısmını söylemiyordu, tembelliğinden mi yoksa başka bir nedenle mi, ya da samimiyet gösterisi olsun diye mi bilinmez) söylediklerinde haklı, öte yandan da çocuklar; (sanki muhatap sadece kendileriydi, patron ve hoca zeytinyağı gibi üste çıkmışlardı bile), evet bizim yapmak istediğimiz şey, yani hedefimiz belli, okurlarımıza, onlar aracılığıyla tüm halkımıza bir kültür hizmeti yanında ve her şeyden önce düşünmeyi, sınıflarının ve geleceklerinde menfaatlerinin neler olduğu, kendilerinin toplumdaki yerlerinin ve değerlerinin hangi durum ve şartlarda olduğu, ekonomik olarak topluma katkılarının ne olduğu, buna karşılık katma değerden, yaratılan servetten ne kadarını alabildikleri, gelir adaletsizliğinin sebeplerini ve neden toplumun tümünden değil de her zaman fedakarlık yapmanın, sabır göstermenin, kemer sıkmanın onlardan istendiğini, adeta yokuş aşağı son sürat giden ve bu gidişle uçuruma uçacağı kesin görünen kamyon durumundaki ekonominin, hızı yavaşlatmak, kamyonu devrilmekten kurtarmak için tüm gücüyle basılan frenlerinin balatası olmak görevinin niçin kendileri olmasının beklendiğini, böyle böyle balatalar gibi sonunda aşınarak yok olmalarının bile göze alındığını, bütün bunları önce görmeleri ve idrak etmelerini sağlamak sonra da gereğini yapmak üzere ayağa kalkmak ve bir şekilde yönetimi ele almalarının gereğini ve bunun nasıl olabileceğini onlara anlatmamız ve çıkacak liderlere ilham ve güç kaynağı olmamızdır, dedi.


     Gencimiz, çalışkan bir öğrenci gibi bu sözleri dinledikten sonra yine kendini tutamıyarak bir soru daha sordu; - Hocam, dedi, anladığım kadarıyla biz; felsefe nedir, düşünme eylemi nedir, siyasi akımlar nelerdir ve nasıl bir gelişme gösterip nelere yol açmışlardır diye sorup, sonra da okurlarımızın ilgisini çekerek onları bilinçlendirip eyleme geçmelerinin yollarını göstereceğiz, eğer doğru anladıysam. Peki hedef kitlemiz olan okurlarımız, ve bunlardan sonra dalga dalga yayılmasını beklediğimiz gelecekteki okurlarımız, ya bu anlattıklarımızdan bir şey anlamazsa?, malum bu konular biraz üst düzey düşünme gerektiren hatta üzerinde henüz tam bir anlaşmaya varılmış konular değil, bizim halkımızı da biliyorsunuz, nerede bir ağız dalaşı, gelin kaynana, damat birader kavgası var, ya da açık oturum programlarında görüyoruz, bir konuşmaya başlayınca kulakları bir şey duymayan, hatta ağzından çıkanı bile tartmadan konuşan, bağıran, çağıran, yalan söyleyen, hakaret eden, aşağılayan, boyun damarları şişmiş, ağzından köpükler saça saça kızarmış bir suratla kimseye cevap hakkı bile tanımayan saygısız ve nobran kişileri büyük bir zevk ve merakla ve üstelik dediğinden çok halini tavrını -kavga edişini- seyreden insanların çoğunluğunu teşkil eden bir toplumdur halkımızın çoğunluğu biliyorsunuz. Benim merak ettiğim, bu insanları biz nasıl bulup, ilgilerini çekip, bilinçlendirip eğiteceğiz? Malum hastalanan çocuğa iyileşsin diye verilen acı antibiyotikleri, ilaçları bile çilek portakal aroması ve şekerle karıştırıp verir hekimler ve eczacılar, biz de bir nevi hekimlik ya da öğretmenlik görevi yapacağımıza göre ''Kitlemizi'' nasıl eğiteceğiz, sözlerimizi yazılarımızı, onların kabul edeceği biçime nasıl getireceğiz? dedi. Bu sözleriyle, anket önerim kabul görmedi, hiç olmazsa paketleme konusuna yoğunlaşalım demek istiyordu şüphesiz ama eski tüfekler buna ne buyuracaklardı meçhul. Malum artık ''modern'' savaşlarda tüfeğin, hatta çakaralmaz eski tüfeğin pek yeri kalmamıştı, onlar artık duvarlara asılır, atalarımız işte böyle yiğit mert adamlardı diye övünçle gösterilirdi, gerçi kılıç devri de tüfek icat edilince bitmiş mertlik bozulmuştu ama her devrin mertliği bir başka oluyor işte, şimdi de ''Kitle imha silahları'' çıktı mertlik bir defa daha bozuldu, şimdinin mertleri başımıza dert oldu demezlerdi tabî kimsecikler..


     Bakalım saf ve toy gencimiz ve henüz vaziyeti gözlemekle meşgul hanım kızımız, böyle safça ama okkalı bir soru karşısında hocalarının nasıl bir cevap verecekleri, meselenin hangi mecralara doğru yuvarlanacağı, kare as içinde beliren bu ''sorunsal''ın nereye evrileceği konusunda nelerle karşılaşacaklardı?







                                                                      *                            *                           *





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

28- İş bölümü

Mağduriyet