39- Şuara

 



                                              Güzelliğin o pâretmez, bu bendeki aşk olmasa

                                              Eğlenecek yer bulamam, gönlümdeki köşk olmasa...



     Ne güzel söylemiş değil mi, Halk Ozanı derler, ama bence günümüzün Yunus Emre'si ünvanını gerçekten hak eden Âşık Veysel. Bizlerin uzun uzun cümlelerle, lügât paralayarak yazmaya çalışıp da yine de meramımızı tam olarak anlatamayacağımız şeyi az ve öz olarak özetleyivermiş.


     İşte böyledir şairler, sanki bir başka dilden anlatırlar bir şeyleri, söylediklerinin anlamını anlar gibi olursun da, ne dediğini ve nasıl dediğini, hatta hangi dilde dediğini bir süre çıkaramazsın, sonra da artık nasibin ne kadarsa o kadarını anlar, şaşar kalırsın.


     Oysa Kur'an'ın Şuara suresinde ve daha başka surelerinde şairler; Vadilerde şaşkın dalgın dolaşan, sözlerine ancak çapkınların sapkınların kulak (değer) verdiği kişiler olarak vasfedilen, kısacası biraz biz normal insanların dışında (altında değil de sanki biraz üstünde gibi) adeta yarı meczup yarı medyum bir insan tipi olarak gösterilmektedir. Acaba o devirlerde, yazı günümüzdeki kadar yaygın olmadığı için söz sanatları gelişmiş ve kolay ezberlenebilen, kafiyeli ve şarkı gibi de okunmaya müsait sözlerle insanları mest eden şiirler söyleyerek ün ve kazanç sağlayan şairlerin; yazdıkları şiirlerle Tanrının sözlerini taklit ederek, ve bir şekilde ona rakip olarak, ve herkesi ''Ben de işte böyle vahiyler, ayetler söyleyebilirim'' diye düşündüren sahtekar kişiler konumuna getirerek, bir şekilde kendisinin taklit edilmesi tehlikesinden korumak için mi şairleri bu şekilde hedef almıştır Tanrı bilinmez, ama o zamanlarda güzel ve dokunaklı uyaklı sözler söyleyenler, yani Şairler, el üstünde tutulan ve şiirleri Kâbe'nin duvarlarına asılacak derecede değerli bulunan insanlarmış, günümüzdeki şairler de o zamankiler gibi olmasa da hâlâ sözü dinlenen, kıymet verilen, biraz aykırı olsalar da korkuyla karışık saygı duyulan (ne de olsa seni her an rezil edecek kadar tehlikeli bir dili olduğunu, ve bazen bu silahın kılıçtan, hatta tabancadan bile öldürücü olduğunu hissedersin) o yüzden olsa gerek, hayattayken biraz uzak durulan, ama ölünce de arkasından göz yaşları akıtılarak uzun yıllar sözleri, anıları ve şiirleriyle hafızalarda yaşatılan, yani biz fanilere göre en azından daha uzun süre -bedensel olmasa da anılarda, hafızalarda- yaşaması kesin görülen, yarı insan yarı tanrı kişiler olarak görülmektedirler. Bu garip insanların büyük bir özelliği de insana ait olan, ama tek bir insana değil de tüm insanlığa ait olan durumları, dünyaya ve zamana karşı görüşleri, kısacası felsefeleri olan, ama bunlara pek de önem vermemiş gibi duran, öyle yaşayan, kısacası hayatı ve hatta hiç bir şeyi ''takmıyor'' gibi dururken birden bire, adeta damdan düşercesine bir vecizeyi, o zamana kadar kimsenin aklına gelmemiş bir cümleyi, belki de büyük bir özdeyişi, tıpkı üstü başı yırtık pırtık içinde saç sakal birbirine karışmış yoksul görünüşlü bir adamın cebinden kim bilir kaç karatlık pırıl pırıl bir elması çıkartarak, değersiz bir taşı atar gibi çevresindeki kerli ferli insanların üzerine fırlatıp atıvermeleri ve ondan sonra arkalarına bile bakmadan çekip gidivermeleridir. Böyle kolayca kelime yontar, cümle yaratır, taşı gediğine koyuverirler de yılların taş ustaları bile bu eseri görünce şaşar kalırlar, bu kadar kolay çözüme ve o taş orada olmasa bir şeye benzemeyeceği kesin olan esere hayranlıkla bakarlar, Şairle Muharirin farkı da budur işte, Taş ustası ile Heykeltraş arasındaki fark gibi bir şey. Şairler kısacası filozoftur bir bakıma ve filozofların uzun uzun düşünüp kılı kırk yararak anlattıkları şeylerden pek de bir şey anlamayan ortalama insanın onların sözlerini bu kadar kolay anlaması ve hemencecik ezberlemesine de pek şaşılmaz. Hele Anadolu'nun ozanları, hatta Homeros da dahil kadim zamanlardan beri gelmiş geçmiş ve günümüze de ulaşmış eserleriyle yaşamakta olan bu toprakların çıkardığı halk ozanları, hatta evliya mertebesine yükseldiği kabul edilen, adları sanları unutulmuş ama sözleri darbımesel olmuş, deyimler haline gelmiş ''Anonim'' veya ''Lâedri'' sınıfına sokulmuş nice insanın bıraktığı sözler, menkıbeler.. Kısacası Anadolu İrfanı olarak anlatılmaya çalışılan ve bu toprakların bilgelik hazineleri, şimdi bunları anlamak ve sonra da bir gazete sütununa sığdırmakla görevlendirilen biri acar muhabirimiz, diğeri okuluna gidemeyen genç ve acemi stajyer gazeteci, taze Üniversite talebesi kızımız, neticede bu iki acemi gencin üzerlerine iki eski tüfek tarafından yüklenen bir ödev halinde adeta bir Heyula gibi karşılarında duruyordu bu kocaman Dünya ve yanında bonus olarak Anadolu felsefesi konusu eklenmiş ''hasıla''. Eski tüfekler anlaşılan işlerin kolaylarını üzerlerine almış, sorular onlara bildikleri yerlerden gelmişti sanki. Bir bakıma memnun da olmuştu gencimiz başta bu toprakların meyveleri olan şair ve filozofları anlatma görevi onun üzerine kaldığı için, ama şimdi düşündükçe önce dere gibi veya küçük bir göl gibi gördüğü bu su birikintisinin adeta okyanus gibi bir derya olduğunu fark ediyor, neresinden gireceğini, ya da balıklama atlamaya kalksa bir daha içinden çıkıp çıkamayacağını bilemediğini paniklercesine hissediyordu. Ama ufak bir teselli de vardı arada; Jale ile işbirliği hatta sık sık ''elbirliği'' yapma imkânı, az buz şey değildi doğrusu. Gencimiz işte bu sıkıntılı durumu da gönlündeki köşkte azıcık eğlenerek dolaşması sayesinde atmış durumdaydı şimdi..


     Orhan hocanın birazcık da iç sızlatan konuşmasından sonra, adeta salonda sözün bittiği yer gibi bir durum oluşmuştu sanki, Kare As şimdi içine dönmüş, herkes kendi çapında; bu büyük -kendileri açısından küçük ama insanlık açısından mütevazı da olsa, büyükçe- girişimin neresinde, hangi aşamasında olduğunu, zanaatkârlıktan sanatkârlığa nasıl ulaşabileceğini, ulaşamasa bile bu büyük projede yer alarak kazanacağı onuru, bu uzun ve meşakkatli yolda sonuna kadar gidip gidemeyeceğini, hatta biraz da Simurg gibi gidilecek bir menzil ve ulaşılabilecek bir hedef olup olmadığının bile bilinmediği, adeta bilinmeyene, ulaşılamayana yolculuk gibi bir durumda olup olmadıklarını düşünüyorlardı sanki, kim bilir? Eline çekiç ve keski verilmiş ve sonra kocaman bir yekpare mermerin önüne götürülerek; -Haydi! şimdi bundan güzel bir düşünen adam heykeli yap!, ama yapacağın heykel en az Auguste Rodin'in yaptığı gibi hatta ondan daha güzeli olacak, onu seyredenler onunla konuşmaya ve onu dinlemeye kalkacak kadar canlı bir düşünen adam heykeli olacak! diyen bir acımasız padişahın önünde gibi hissediyorlardı kendilerini kesinlikle.


     Şimdiden karşısında yükselen bu büyük dağın, nasıl aşılacağı, zirvelerine ulaşmak için hangi yolları tutmak gerektiği gibi bir ön araştırmaya da başlamıştı gencimiz. Patron bana güveniyor ve bu işin altından kalkacağımı da düşünüyor demek ki diyerek kendisine bir pâye biçmeyi de unutmadı bu arada, ve işi şimdiden ölçüp biçmeye başladı. Zaten büyüklerimiz bizlere bir şekilde hikayelerle, masallarla, menkıbelerle çok küçük yaşlardan itibaren Anadolu felsefesi diyebileceğimiz bu kültürü aşıladılar, şimdi en eğitimsiz bir kişiyi bile yoldan çevirip ozanlarımızın, aşıklarımızın bir iki dizesini sorsan peşini getirecek bir iki mısra söyleyebilir, çünkü, ya türkülerden ya manilerden bunlara kulağı alışıktır, kahvelerde, pazar yerlerinde, köy odalarında bir şekilde bunlara kulak misafiri olmuştur ve sözleriyle neyi anlatmak istediğini tam olarak ifade edemese de ana hatlarıyla ne olduğunu bilir veya yabancılık çekmez. Galiba irfan dediğimiz şey de bu olsa gerek; duyuş anlayış seziş ve düşünüş yollarıyla biriktirilen bir hazine, bir nevi kültür dağarcığı.. Ciltler dolusu kitaplar okumasa da, alimlerle vakit geçirmese de, hatta okuma yazma bile bilmese de, ''Dağdaki Çoban'' diye prototipi çizilen ve bazı ''entelektüel?, aydın, kültürlü'' kişiler tarafından onlarla aynı değerde oy sahibi olunmakla hayıflanılan bu en basit ve alt seviyedeki insanlar, durur durur da bazen öyle bir laf ederler veya bir soruya öyle bir cevap verirler ki, kırk yıl düşünsen aklına gelmez denir ya hani, işte aynen öyle apışıp kalırsın dalga geçtiğin bu kişiler karşısında, aynı o durum. Keloğlan, Nasrettin hoca, hatta hatta Karagöz Hacivat ve nice benzerleri böyle kişilerin en akılda kalan numuneleridir.  Çarıklı Erkânı harp derler eskiler, köylü kurmay subay anlamına gelir bugünkü dilde, fıkralara hikayelere konu olmuştur, Anadolu irfanı işte böyle bir şeydir, tahsille de pek alakası yoktur, hatta bazıları '' Tahsil cehalet alır, Eşşeklik bâki kalır'' şeklinde de veciz bir şekilde özetleyiverirler bu durumu; yani okumakla tartışmakla pek elde edilemeyen, zekâ ve sezgi başta olmak üzere bir karakter ve nasip meselesidir bu İrfan sahipliği. O yönden hem kolaydır hem de zordur bu durumu anlatmak ve yazıya dökmek. Ayrıca bizim halkımızın, artık kötü yanı mı diyelim, eksikliği ya da tembelliği mi diyelim, bir garip huyu da; bir şeyi anlatmak için uzun uzun cümleler kurmayı sevmemesi, böyle uzun uzun vaaz verir gibi konuşanlardan da pek haz etmemesi, camide bile hoca vaaz verirken ilk dakikadan sonra uyuklamaya başlaması ve bundan da pek utanmaması durumunda olduğu gibi, pek okumayla yazmayla, hatta düşünüp akletmeyle arasının iyi olmamasıdır. ''Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür, Büyüklerimiz her şeyi bizden iyi düşünür'' deyişiyle özetlendiği üzere kısa cümlelerle konuşmayı, çok az sayıdaki kelime haznesiyle derdini anlatmayı marifet saymaktadır insanımız. Hatta dinimiz bile uzun düşüncelere dalmayı, yaradılış ve Tanrı hakkında fazla derin düşünmemeyi önerir, çünkü insanın düşünce kapasitesinin bu gibi sorulara cevap bulmaktan aciz olduğunu hissettirmektedir, Kur'an'da düşünün, akıl edin diye bir çok yerde ayetler olmasına rağmen iş Tanrı, melekler, öte dünya gibi kavramlar hakkında düşünmeye dayanınca din oraya bir kırmızı çizgi çekmektedir ve anlamsız hatta tehlikeli bulmaktadır bu gibi konularda kafa yormayı. Aslında doğru da yapmaktadır, çünkü bu konu bir yerden sonra spekülasyon, hayal ve kurgu alemine dalmaktadır, nasıl Kâinatın başı ve sonu belli değilse ve ancak varsayımlar, teoriler yoluyla bir şeyler çıkarılmaya çalışılıyorsa, ortalama insana hitap eden Din de, sadece dünyada nasıl yaşamamız gerektiği konusunda öğütler vermektedir ve bunlara uyulursa hayatın asıl amacına yani öte dünyadaki rahat ve huzura kavuşulabileceğini anlatmaktadır. Belki de en pratik yaklaşım da budur, yalnızca neyin iyi ve neyin kötü olduğunu, doğru ve yanlış davranışların neler olduğunu bilerek yaşamak, hayat gemisini bu doğru rotada menziline kazasız belasız ulaştırmak, işte bütün mesele bu. Shakespeare'nin kulakları çınlasın bu arada.. O da bir büyük şair aynı zamanda, ve bir filozof. Bizim halkımızın da en az yarısı şairdir derler ya, şairlerimizin en az yarısı da filozoftur -tabi halk filozofu anlamında-, ama bunu pek dile getirmezler nedense. Acaba bizim halkımızın yukarda anlatmaya çalıştığımız üzere düşünürlükten felsefeden pek hoşlanmamaları mıdır sebep? Acaba düşünme tembelliği midir Anadolu'dan -bugünkü mânâda- Filozof çıkmamasına sebep? İmam Gazali ve onun öğrencileri hatta taklitçileri, Filozofları (onların diliyle Feylesof ya da çoğulu olarak Felasife) neden bu kadar ağır eleştirmişlerdir? Onların eserlerinden etkilenerek mi Felsefeden ve Filozoflardan uzak durmuştur bu toprakların ''düşünür''leri? Bu arada yazar, düşünür, okur, çizer, boyar gibi uyduruk kelimeler ne kadar güdük bırakmıştır yahu dilimizi?.. Neyse şimdi konu o değil (acaba?) sorumuz şu; bizim coğrafyamızda Felsefe neden güdük kalmıştır, ve Din neden Felsefeye soğuk ve mesafeli, hatta yukarıdan bakarak onu değersizleştirmiştir? Aynı şekilde de Felsefe dine neden bu kadar az önem vermektedir, hatta dışlamakta ve ondan kurtulmaya çalışmaktadır?, İşte onbin dolarlık bir soru sana.. Hristiyanlık içinden Aziz Thomas, Spinoza gibi yarı din adamı ama daha çok Filozof olan insanlar çıkarken İslam dünyasından İbni Sina ve İbni Haldunu saymazsak (çünkü onları neredeyse kafirlik ve zındıklık suçlamasıyla öldürmeye kadar varan reddiyeler yüzünden yok saymışlardır) filozof diyebileceğimiz insan niçin çıkmamıştır? Bizde filozof kıtlığının sebebi düşünce tembelliği midir, dinin baskısı ve Kur'an'ın ayetlerinin yanlış, kasıtlı, haydi o kadar kötücül düşünmeyelim, cahilce ve özensiz yorumlanması mıdır?. Ama haklarını da yemeyelim bizde Filozoflar değil ama Mutasavvıflar yani Tasavvuf büyükleri (Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş ı Veli..) yetişmiştir ki bunlar bir çeşit din yorumcuları, kendi çaplarında felsefe yapan insanlar olmuştur, hatta bunların bir kısmı -resmi, yerli ve milli- dinden dönmekle kâfirlikle, zındıklıkla suçlanmış, hatta idam edilmiş, işkence görmüş, zindanlarda çürütülmüşlerdir. Hoş o zamanlar Avrupa'da da durum pek farklı değildir, engizisyonlar, aforozlar, yakmalar, kesmeler, işkenceler vs. vs. nice cinayetler işlenmiştir o günlerden bugünlere gelene kadar. Belki biz de, daha işin başındayız şu anda, ''Dinin etkisinden arınmış bir felsefe'' kurmak ve bunun sonucunda ortaya çıkabilen fikirleri uluorta yayabilmek öyle her babayiğidin harcı olmasa gerek. Acaba biz şimdi daha başında olduğumuz, ilk adımlarımızı nasıl atacağımızı düşündüğümüz bu yolda, nasıl ilerleyeceğiz, bizim bu gazete köşesinde yapmaya kalkıştığımız bu işde mütevazı amacımız, bilim felsefe yapmak değil, bugüne kadar yapılmış olanları özetleyerek halkımızın anlayacağı şekilde onlara sunmak olsa da, yapacağı yemeğin lezzetli olması için malzemeleri en dikkatli şekilde seçip bunları en güzel şekilde birbiriyle uyumlu olarak tencereye koyan, bununla da yetinmeyip sık sık tadına bakarak eksiğini tamamlamaya çalışan bir aşçı gibi ''eserimizi'' yenir yutulur, hatta daha iyisi beğenilir ve tekrar istenir , aranır halde ''müşterilerimize'' sunmak olmalıdır görevimiz, diye düşünüyordu acar muhabir, ve toy filozof gencimiz..


     Fahrettin, bu biraz uzunca süren içe dönüş fasılasından çıktığında ilk önce Jale ile göz göze geldi. Kızcağız acaba ne düşünüyordu bu ''Mission impossible'' vaziyeti hakkında? Gözlerinin içine sadece konuyla sınırlı bir bakış attı. Gördükleri pek de açık seçik değildi galiba. Acaba o da şu anda onun daldığı gibi ''derin'' meselelere mi dalmıştı?, yoksa bu iki ihtiyar delikanlıyla neler yapacağını mı düşünüyordu? bilinmez. O, neticede bir İstanbul kızıydı, onun sınırları ile Fahrettinin sınırları birbirlerine pek yakın bile değildi. O yüzden olsa gerek bakışlarından pek bir şey çıkaramasa da akşam işten çıkınca kızı bir Cafe'ye davet ederek hem bu konularda hem de daha ''ince'' konularda bir iki laf etmenin güzel bir fikir olacağı aklına geldi ve bu parlak fikirden dolayı kendisini bir kere daha takdir etti...


     Fakat gencimiz istikbal planları kurmaya henüz başlamamıştı ki, Orhan hoca Jale'ye dönüp gülümseyerek (hatta çapkın bir bakış bile sezdi gencimiz); -Jaleciğim! sen pek bir şeyler söylemedin bu konularda, çizimlerinin başarılı ve illüstrasyon yeteneğinin olduğunu söyledi Sami bey, çok şaşırdım ve sevindim, aramızda bir sanatçı varmış da haberimiz yokmuş yahu, sen ne diyorsun bu projemiz hakkında? dedi, ve o anda tabi gencimizin de kanı beynine sıçrar gibi oldu, yüzünü ateş bastı ve içinden; - Vay kart zampara vay! dedi, daha benim bile Jale! demeye dilim varmazken adamın yaptığına bak, hemen ciğim'ler başladı bile, zaten bu adam sınıfımızdaki kızlara da böyle senli benli yaklaşır, erkek öğrencileri de ortamda bulunması gerekli ama pek de önemi olmayan, kısa ve basit roller verilmiş olan figüranlar gibi görürdü de biz erkek öğrenciler, bu durumu biraz da eğlenceli bulur, orta yaş sendromunu çoktan geçmiş ve artık andropoz çağında olması (hoş bazı -tabi çoğu erkek- psikiyatristler, bu kavramın kadınlardaki menopoza karşılık sırf eşitlik olsun diye uydurulduğunu, zira erkeklerde en son kaybolan yeteneğin -tüm akli melekeleri ve hareket becerileri bile gittikten sonra bile- çocuk yapabilme ''ihtimallerinin'' -teorik de olsa- ölene kadar devam ettiğini, dolayısıyla tıbben andropoz diye bir şey olamayacağını, -biraz övünerek de olsa- ifade ederler) beklenen bu ak saçlı ama yüzünde hâlâ az da olsa eski zamanlardan bir kaç çizginin fark edilebildiği babacan ve sevimli hocalarına müsamaha gösterirlerdi. Kızlar ise bu durumdan memnun, hatta çoğu bu konumlarını nota tahvil etme ihtimali nedeniyle de olsa, hocaya cilve yapmaktan, çoğu bayatlamış esprilerine fıkırdayarak gülmekten adeta zevk alırlardı. Ama şimdi durum farklıydı ve vaziyete hemen el koymazsa iş cidden tatsız bir hal alacaktı.


     -Hocam? dedi, daha Jale'nin bir şeyler söylemesine fırsat vermeden, Siz, derslerde Felsefe konusunda konuşurken İnsandaki temel özelliğe işaret ederek, bir insanın dış görünüşünden anlaşılan ve onu diğerlerinden ayırdeden özellikleri olan deri rengi, dili, dini, hatta cinsiyeti, yaşadığı yer ve bulunduğu sosyoekonomik ortam gibi özelliklerini, aynen bir soğanın veya lahananın yapraklarını birer birer soyduktan sonra geri kalan özüne (acaba geriye ne kalıyordu ki, koskoca bir Hiç mi, yoksa onu insan yapan asıl ''öz'' mü?) değer veren Hümanizmaya çok değer verirdiniz, hatta kendinizi de çoğu zaman bir Hümanist olarak ifade ederdiniz (hocanın neşeli görünen yüzü hafif bulutlanmaya başlamıştı galiba o sırada) öte yandan; Felsefede büyük bir aşama kaydeden ve adeta kendinden öncekilerden etkilenmekle birlikte son iki yüz yıla damgasını vuran Marksizm teorisi ve ona yapılan atıflar ve yorumlar sonrası neredeyse bilim aleminde de rakipsiz hale gelmiş bulunan fikir akımı ve bunun öncülü olan Darwin'in Evrim Teorisi, bizim de inandığımız ve ülkemize de anlatmaya çalıştığımız Devrimcilik yani Sosyalizm akımlarına yol açmıştır; bu durumda biz, bu girişimimizde nasıl bir politika izleyeceğiz?. Bir Hümanist ve onun günümüzde uygulaması olarak insanı öne alan, insan temel hak ve hürriyetleri, adalet ve kardeşlik temelinde bir dünya görüşünü mü, yoksa tekil insandan önce toplumcu görüşle tüm insanların ''kurtuluşu'' için mücadele eden, yani emek sermaye çelişkisinde emekten yana olan, gereğinde de tüm dünyada emeğin yani emekçinin sözünün geçmesi, proleteryanın yönetici olması (aslında diktası) için savaşan bir politik bakış açısı ile mi hazırlayacağız yayınlarımızı? dedi. 


     Sen misin bu çöplükte eşinmeye kalkan!, haydi şimdi bu soruya cevap ver de boyunun ölçüsünü görelim! der gibi, önce Hocaya, sonra Sacit Sami beye, sonra da -Nasıl? iyi bir soru değil mi? dercesine baktığı ve içinden de muzip muzip gülümsediği Jaleye yöneldi gözleri..





                                                  *                                 *                                 *




     

  

Yorumlar




  1. Merhaba,
    Bu yazı yorum değildir.
    Beyinlerin kasıtlı olarak kısırlaştırılması operasyonlarına karşı olarak, blogcuların nasıl tedbir alabilecekleri konusunda görüşleri tespit etmek için bu çalışmayı yapıyoruz. Düşüncelerinizi OKU blogunun ilgili sayfasındaki yorumlara yazarsanız memnun oluruz.
    https://sabahatti.blogspot.com/2024/09/blog-okuyucularn-cogaltmak.html
    Blog Okuyucularının Sayılarını Nasıl Artırabiliriz?
    Türkiye Cumhuriyetinde, Oktay Akbal’ın dediği gibi önce ekmekler bozuldu. Zaman içinde genetiği değiştirilmiş gıda maddeleri çoğaldı. Paketlenmiş gıdalara katkı maddeleri kondu. Bu operasyonlar sonuçlarını medyadan takip ediyoruz: Başta kanser olmak üzere hastalıklar arttı. Daha vahimi cinsiyet konusunda oldu. Kısırlaşmalar görüldü. Ne yazık ki bütün bunları her şey olup bittikten sonra görebiliyoruz ancak.
    Ekmeklerden sonra okuma düzeni bozuldu. Kitap, dergi ve gazete okunma sayıları gittikçe düştü. Tabii blog okumaları da. Birçok sosyal medyada yazma sınırı getirildi. 200 karaktere kadar inen sınırlamalar var...
    Bazılar diyor ki (Çok kişinin kanaati aynı olduğu için isim vermeyi gereksiz görüyoruz.) 10 seneye varmaz kitap mitap kalmaz.
    Bu ne demek? Beynin kısırlaşması demek. Biz zaten düşünmenin ne olduğunu bile bilmeyen bir toplumuz, bir de bu bakımdan kısırlaşırsak vay halimize.
    Kısaca bir okuma yazma seferberliği açmak gerek. Videolar elbette ki güzel. Sosyal medyada binlerce kişiye mesaj atmak da güzel. Ama bir yandan da bilgilerimizi paylaşma görevimiz olduğunu unutmamak gerekir. İşte mesele bu...
    Bloglarda okuyucu sayılarını artırmak için sizce ne yapmalı? Cevaplarımızı OKU bloğunun ilgili sayfasına yazarsanız memnun oluruz. Hem tüm cevaplar bir arada değerlendirilebilir, hem de birbirimizi daha iyi anlar, daha iyi tanımış oluruz.
    İyi günler dileğiyle saygılar ve sevgiler...
    Sabahattin Gencal, Emekli Öğretmen,
    Çekmeköy-İstanbul, 13. 09. 2024.



    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

28- İş bölümü

Mağduriyet