40- Cafe

 



     Biraz kıskançlık, biraz cahil cesareti, azıcık hinlik, daha çok da Jale'nin gözüne girmek, az biraz ''buralarda asıl ben varım'', bir miktar ''yani ben gencim zekiyim akıllıyım yakışıklıyım beni hafife alma!'', ve buna benzer çocukça ve tipik Anadolu gençlerinde çok görülen garip bir diklenme tavrı içinde ortaya atılmış olan bu soru; ve henüz sorunun muhatabı tarafından cevaplanmamıştı ki, -yine imdada- Jale'nin sözü yetişti. Aslında ona yöneltilmiş bir cümle varken, damdan düşercesine araya girilerek ortaya atılan bu soruya Orhan hoca ne diyecekti ki?. Adamcağız ne şiş yansın ne kebap kabilinden bu anakronik soruyu nasıl cevaplayacağını düşünürken Jale'nin sakin sesinin araya girmesi doğrusu tam yerinde olmuş ve sıkıntılı durumu, tamamen olmasa da şimdilik, ötelemişti..


     - Çok teşekkür ederim hocam bu iltifatınız için dedi Jale, ve devam etti; - Burada tek amatör benim, ve hedefim da gazetecilik yapmak değil, okuluma devam ederek kamu yönetimi ve mümkün olursa da dış ilişkiler konusunda çalışmak ve bu yolda ilerlemek, ama biliyorsunuz işte, okulumuza darbe vurmak ve boyun eğdirmek istiyorlar, daha doğru dürüst okula bile gidemeden olayların altında kaldık, ama şimdi sizin bu projeniz beni de heyecanlandırdı, gazetecilikten çok felsefe ve fikir akımlarıyla ilgilenecek oluşumuz da okul olmadan başka bir şekilde eğitimime devam edebileceğimi düşündürdü bana. Eniştemin verdiği yol haritası da tam bana göre oldu, elimden geldiğince en kısa zamanda araştırma ve hazırlıklara başlayacağım için son derece heyecanlıyım şu an, dedi.


     Tüm konuşması boyunca sadece Orhan hocaya ve ara sıra da Patrona bakarak konuşmuştu Jale, gencimiz hem hayal kırıklığına hem de derin bir utanç duygusuna kapılmıştı bu arada. Dersini aldın mı? dedi kendi kendisine. Rol çalmak isterken figüran durumuna düşmek böyle olur işte! oh olsun sana! sen bu kafayla gidersen askere, zor alırsın teskere.. dedi arkasından. Başını önüne eğmiş, süt dökmüş kedi gibi ne yapacağını bilemez halde, yer yarılsa da içine girsem vaziyetindeydi.


     Durumuna ilk acıyan da yine iyi kalpli Orhan hoca oldu, Jale'ye bir iki gönül alıcı güzel söz ve iltifattan sonra gencimize dönerek, ve bu arada hiç bir şey olmamış gibi -hocalar işte böyle insanlardır, sağ olsunlar- yumuşak bir sesle ağır ağır konuşmaya başladı.


     -Felsefe, insanlığın son bir kaç bin yılı içinde yavaş yavaş gelişmiştir ve bilimle baş başa ilerlemiştir dedi, ve devam etti; - O yüzden Felsefe bir bilim disiplini olmakla beraber hayatı sorgulayan, insanların o çağda sorduğu sorulara ve meselelerine cevaplar bulmaya çalışan, daha doğrusu soru sormayı ve cevabını bulmayı, kısacası düşünmeyi ve sonuca gitmenin yollarını, mantık kurallarını koymaya çalışan, neredeyse hayatın her yönünü inceleyen bir okul, bir nevi bilimlerin bilimi gibi rol oynamıştır. Konusu başta insan olmakla beraber doğa, astronomi matematik gibi bilimler ve canlılar alemi, türlerin gelişimi gibi bir çok dalları da, hatta dini inanışları ve ilahiyat diye isim verdiğimiz dinler ve mitoloji gibi dalları da içinde barındırmıştır. Kısacası hayata dair her şey Felsefenin konusu olmuş, İnsanın kendisini de toplumu da hatta madde dediğimiz cansız alemin temel taşını da sorgulamıştır. Dolayısıyla günümüze kadar bir çok fikir akımları, bilimsel çalışmalar hep hayatın, maddenin ve insanın özünü araştırmakla, sorulara çözüm için geliştirilen çeşitli teorilerle, olan biten her şeye bir anlam aramakla ve bütün doğa olaylarıyla, bunların temelindeki doğa yasalarını araştırmakla geçmiştir filozofların fikir hayatı da. Kısacası filozof, aynı zamanda zamanının entelektüeli olarak, fikir akımlarına kapılmakla birlikte, hemen her bulguyu sorguladığı için, her akımın ve teorilerin hiç birinin de sıkı bir taraftarı olmadan tüm zamanı; sorgulamak, doğrulamak, tekrar sorgulamak, tekrar tekrar aynı yöntemlerle bu çizgide ilerlemek olmuştur. Mesela ilk çağdaki atom kuramı ile son yüz yıldaki atom kuramı ne kadar birbirinden çok farklı ise o zamanın felsefesi de bunlara paralel olarak şimdikinden çok farklı hatta bugün baktığımızda ilkel ve gülünç olarak nitelendireceğimiz kadar basit gelmekle beraber o zaman için modern fikirler olarak kabul ediliyordu şüphesiz. Demek ki doğa kanunlarını araştırıp yeni bilgilere ulaştıkça felsefe de bunlara paralel olarak yeni açıklamalar getiriyor konularına. Mesela Newton fiziği o zaman için devrim olarak görülmüş ve görülebilen hemen her şeyi açıklıyor olmuş, filozoflar da doğaya o gözle bakarak düşünce akımlarını yönlendirmişler, ama arkasından bundan çok değil yüz bilemedin yüz elli sene önce ortaya çıkan İzafiyet teorisi, atom elektron proton ve diğer parçacıkların keşfedilmesi ile bilim apayrı bir aşamaya geçmiştir, tabi bu yeni buluşlarda teleskop, mikroskop, elektrik ve optik bilimindeki  gelişmeler çok büyük rol oynamıştır, sonunda atom dediğimiz maddenin bile altına inilmiş ve Kuantum teorisi geliştirilmiştir. Bu teori sayesinde de Newton fiziğinin açıklayamadığı sorulara cevaplar bulunmuş, ama bir yandan da yeni sorular ortaya çıkmaya devam etmiştir. Buradan bilimin sonuna gelinmediği hatta hiç bir zaman da bilemeyeceğimiz bir çok şeyin kalacağını, biz ne kadar çok şey öğrenirsek bir o kadar da soru ile karşılaşacağımızı görüyoruz. Mesela ışığın bir parçacık mı, yoksa bir dalga mı olduğu henüz çözülemedi, sonunda bazen parçacık gibi bazen de dalga gibi davrandığı kabul edilerek ikisinin de doğru olduğuna karar verildi. Buradan senin soruna gelirsek; Felsefe de aynı şekilde sürekli gelişen bir bilim olduğuna göre, Hümanizm mi yoksa Sosyalizm mi diye bir soru sormak bugün için anlamlı bile olsa bir Hümanist aynı zamanda toplumu da düşündüğüne göre pekâlâ sosyalist gibi de değerlendirilebilir, aynı şekilde bir Sosyalist de toplumcu olarak düşünürken o toplum aynı zamanda bireylerden yani insanlardan oluştuğuna göre pekâlâ o da Hümanist olarak görülebilir. Bizim için önemli olan bilimden ve felsefenin doğru ilerleyen yolundan sapmadan ve hiç bir fikir akımının da kölesi ve fanatiği olmadan, her durum ve şartta doğru bildiğimiz, mantıklı bulduğumuz, vicdanımız ve ahlak kurallarımıza uyan bir yolu takip ederek hitap ettiğimiz kitlelere doğru ve doyurucu bilgileri aktarmamız en doğrusu olacaktır diye düşünüyorum. Ne dersiniz Sami bey dostum? diye patrona da bu konuda bir söz etme fırsatı sundu.


     Orhan hoca yine hocalığını göstermişti işte. Bu sözlere diyecek bir şey yoktu aslında ama, bakalım Sacit Sami bey kendisine ortalanan bu pası gole mi çevirecek yoksa taca mı atacaktı acaba..


     - Doğru söylüyorsunuz Orhancığım dedi patron. Benim inandığım ve uğruna hayatımı adadığım felsefem, yani Marksizm de zaman ve yeni bulgulara göre güncellenmiştir her zaman ve bazı bilim adamları buna ''Bilimsel Sosyalizm'' diye bir isim de vermişlerdir. Bundan daha doğrusu da olamaz zaten, Karl Marx zamanında bugünkü endüstri devrimleri, bilimdeki akıl almaz gelişmeler, bilişim ve teknoloji alanındaki ilerlemeler yoktu tabi, ama emek ve sermaye çelişkisi her zaman vardı, emperyalizm şimdi de görünüm değiştirerek, çok uluslu şirketler, küreselleşme, hatta sermayenin sınırları aşan hareketleri sayesinde belki de daha da vahşi şekilde devam ediyor. Bizim amacımız toplumumuzu uyarmak, sermayenin oyunları karşısında emekçileri bilinçlendirmek ve dünyadaki toplum hareketlerini takip ederek halkımıza ve sömürülen kitlelere bilinç kazandırmak olduğuna göre hedefe giden yol belli, ama her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır dedikleri gibi her birimiz kendi meşrebince bu yolda çalışabilir tabi ki. Zaten yazılarımızı hep beraber değerlendirip ondan sonra baskıya vereceğiz, dolayısıyla ''Türkün kervanı yolda düzülür'' ata sözüne de uyarak bütün enerjimizi şimdi dağıtmadan hedefimize yönlendirelim ve bir an önce ürünlerimizi çıkarmaya bakalım. dedi..


     Bu sözlerden sonra artık başka söze gerek kalmadı dercesine herkes birbirine baktı, Orhan hocanın saatine bakıp -Oo, zaman da epeyi ilerlemiş, kerahat vakti yaklaşmış azizim, ne dersin şöyle bir balıkpazarına doğru uzansak mı? sözüne patron gözleri parlayarak -Neden olmasın Mîrim, pek de güzel olur hatta dedi. İki eski tüfek planlarını yapmışlardı bile, akşam olmadan günün mesaisi sonlanmak üzereydi. Patron ve Orhan hoca şevkle harekete geçmişler, günün asıl amacı sanki buymuş gibi akşam bir masada bir iki kadeh atmanın zevkine doğru şimdiden adımlarını atmaya başlamışlardı bile.


     Gencimiz de fırsat bu fırsattır diye harekete geçmeye karar verdi ve; - Jale! dedi, gün bitiyor artık, ama evlere gitmeden biz de bir kafede oturup birer kahve içelim mi? ne dersin? dedi..


     Bu kadar çabuk ve atak davrandığına kendisi de şaşıran gencimiz, masum bir şekilde kıza bakmaktaydı ki, önce biraz şaşıran, sonra da kısa bir tereddütten sonra; -Neden olmasın? diye kısaca gülümseyen Jale'nin cevabı gencimize sanki büyük bir piyango kazanmış gibi geldi. Adeta sevinçten yerinde duramayıp neredeyse kıza sarılacakmış gibi bir heyecana kapıldı, ama kısa zamanda toparlanmayı başardı neyse ki. 


     Kısa süre sonra Kare As, topluma verecekleri büyük hediyenin farkında ve bilincinde olarak, yazıhanenin kapısında belirdiler. Bu büyük andan ne yazık ki kimsenin haberi yoktu, çıkışta hiç flaş patlamadı, canlı yayın araçları ve kameralar çalışmadı, alkışlar ve ıslıklar duyulmadı. Zaten bütün devrimler böyle olmamış mıdır, en büyük hadiseler ya tesadüfen ya da çok mütevazı adımlarla başlamamış mıdır?. Bizim Kare Asımız da bunun bilincindeydi tabi, ne alkış ne de tezahürat beklemiyorlardı tabiatıyla. Son derece tabi ve heyecanları da sadece içlerinde gizliydi. Tabi acar muhabirimizin heyecanı biraz beli oluyordu. Tabiatıyla o kadarı da olacaktı artık.


     Yolda kısa bir yürüyüşten sonra güzelce bir mekan gördüler; başına veya ortasına ya da sonuna bir Cafe eklenmiş tabelasıyla hemen göze çarpan, içerisi hemen hemen dolu bir mekandı burası. Sanki gencimiz ilk defa görüyordu burasını. Son zamanlarda mantar gibi çoğalıp, çay içilen yerleri kenar mahallelere iteleyen, yoğun bir kahve kokusuna kızların ve oğlanların çeşit çeşit parfümlerinin kokusunun karıştığı, aşırı makyajlı ve bakımlı süslü kızlarla oğlanların boş boş konuşup yüksek seslerle kahkahalar atarak ve şakalaşarak, kendi aralarında geçerli fakat dışarıdan, hele biraz yaşı da büyük olanların manasını hiç anlayamadığı bir türkçe ile değişik vurgularla acayip tavır ve jestlerle hep bir ağızdan konuşup hep bir ağızdan gülmeleriyle devam eden bir iletişim halinde oldukları bu mekanda gencimiz birden kendisini yapayalnız ve yabancı hissetti. Neyse ki bir anda tepelerinde biten değişik makyajlı ve sanki başka bir dilde konuşuyormuş gibi bir şeyler geveleyen kıza ellerine tutuşturulan menü listesine kısa bir göz atarak birer kahve ve yanında da hafif bir tatlı ısmarladılar, gelen kız elinde küçük bir tabakta draje şekerler getirmişti tadımlık olsun diye, gencimiz gayrı ihtiyari, küçük bir çocuk gibi bunlardan bir iki tane alıp ağzına attı ve kendisini seyreden Jaleye bir şeyler söylemek istedi;


     - Büyük bir işe girdik, dedi, hayırlı olsun öncelikle, patron da iş bölümünü güzel yaptı doğrusu. Hoş benim dini akımlarla, tasavvufla, Anadolu ve İslam felsefesiyle pek alışverişim olmadı bugüne kadar (acaba böyle söyleyerek, ben dinci biri değilim ha, yanlış anlama mı demek istiyordu kim bilir) ama araştıracağım artık, senin işin daha zor, hem batı felsefesini yazacaksın hem de resimleyeceksin, bak şimdiden söyleyeyim, hangi konuda yardım istersen, yani materyel bulma, getir götür işleri vesaire her zaman benden yardım isteyebilirsin, zaten amatörce bize yardım ediyorsun, bu kadar ağır yükü sana yüklemekle patron biraz insafsız davrandı bence, sen bunun altından kolayca kalkarsın tabi ama, dedim ya her zaman benden yardım isteyebilirsin, dedi. ''Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede'' deyiminde olduğu gibi asıl kendisi yardıma muhtaçken bir de kıza yardım etmeyi öneriyordu gencimiz. 


     Sanki bu durumu anlamış gibi, Jale; - Teşekkür ederim dedi, aslında asıl benim sana daha çok yardımım olabilir dedi sonra düşünceli bir tavırla, ve soran gözlerle bakan gencimize; - Babam sana çok yardım edebilir dedi. 


     Şaşırma sırası yine gencimizdeydi tabî, kızın bu sözlerinden pek bir şey anlamamıştı doğrusu. Acaba babası nasıl bir adamdı? Patron ondan hemen hiç bahsetmemişti bugüne kadar, doğrusu gencimizin de aklına hiç gelmemişti, sadece annesinin patronun eşi Jülide hanımın kız kardeşi olduğunu biliyordu, o kadar. Bu kızın bir babası olabileceği hiç aklına gelmemişti ne gariptir. Hoş kızı da zaten ne zamandır tanıyordu ki, ama böyle modern bir annenin modern görünümlü kızının babası tarikat şeyhi olamazdı değil mi? olabilir miydi acaba?. Işığın vasfının bile bilinmediği bir dünyada neden olmasındı ki? 


     Böyle saçma sapan düşüncelere dalmış olan gencimizi yine Jale'nin sözleri kendisine getirdi; - Babam, dedi Jale, Fizik mühendisiydi ( idi?, acaba ne oldu ki?) dedi, ve belki eniştemden bile koyu bir Sosyalist, sıkı bir modernist ve sözünü dudaktan gözünü budaktan esirgemez dedikleri gibi sert bir adamdı, o yüzden de hocası olduğu fakültede başarılı ve ciddi talebeleri dışında hemen hemen kimse onu sevmez, daha doğrusu babam onlara değer vermediği için onu sevemezlerdi. Dostu bir elin parmakları kadar bile yoktu, zaten onun da dosta arkadaşa ihtiyacı yoktu. Bilim ve Sosyalizm tek dostuydu denebilir. Jale'nin gözleri buğulanır gibi oldu bu sırada ve sözlerine devam etti yavaşça; - Sonra babamda bir değişim olduğunu fark ettik zamanla, önce eniştemden uzaklaştı, sonra neredeyse bilimden, o çok sevdiği Fizik biliminden ve kürsüsünden uzaklaşmaya başladı, eskiden vereceği derslere aylar önceden bir öğrenci gibi, hatta sevdiğiyle buluşmaya giden bir aşık gibi hazırlanırken artık derslerine de boş vermeye başladı. Eve getirdiği kitaplar arasına arapça farsça kelimeleri bol olan, daha çok islam konusunu ve tasavvufu konu alan, Mevlana, İbni Arabi, İmam Gazali, İbni Rüşd gibi ve adını hiç duymadığımız daha bir çok kişileri ve onların fikirlerini konu alan yayınlar, yine bu konulara dair ingilizce ve almanca kitaplar -babam bu iki dili de çok iyi bilir- çoğalmaya başladı. Ama babam bir yandan her akşam viskisini içmeye, klasik müziğini dinlemeye de devam ediyordu. Yani bildiğimiz yobaz sofu tiplere benzemeyen, ama onlardan da daha derin bir aleme dalmış gibiydi artık. Sonradan bir tarikatın toplantılarına da katıldığını öğrendik, hatta duyduğumuza göre şeyhin en sevdiği ve güvendiği kişi olmuş. Annem ve ben bu duruma çok üzülüyoruz, ama yapacak bir şey yok, belki sen onunla konuşursan durumu daha iyi anlarsın. Babam şizofren mi, yoksa meczup mu oldu diye çok düşündüm, hatta bir psikiyatri uzmanına bile danıştım, o da bir şey söyleyemedi, bir göreyim dedi, ama gel de bunu babama anlat, çok kızacağından kırılacağından korkuyoruz dedi, bu sırada gözlerinden neredeyse yaşlar boşanmak üzereydi zavallı kızın ve gencimiz de ne yapacağını bilemez haldeydi, elleri kendiliğinden kızın titremekte olan narin ellerine uzandı ve iki elinin arasına aldı bu solgun, çaresiz zavallı elleri..


     O anda ikisinin de birden akılları başlarına geldi ve önce kız nazikçe ellerini çekti ve gencimizin gözlerine derin derin bakarak; - Çok özür dilerim, dedi. Sözler nasıl buralara geldi bilmiyorum, lütfen yanlış anlamayın ve bu konuştuklarımızı unutun lütfen! dedi, sanki büyük bir sırrı istemeden ağzından kaçırmış biri gibiydi o anda. Ne yapacağını bilemez bir halde etrafına bakıyordu zavallı kızcağız. 


     Gencimiz de şaşkındı şu son dakikalarda olup bitenlerden, ama bu duruma akılcı bir çözüm getirmesi gerektiğini de kısa zaman içinde kavradı. Şimdi hem kızın onu bir sırdaş gibi görmesinden dolayı gurur ve sevinç içindeydi, hem de onun bu telaşlı halini anlamakla beraber onu nasıl teskin edeceğini, güvenini nasıl kazanacağını ve ona nasıl yardım edebileceğini düşünüyor, nasıl bir yaklaşımın daha doğru olacağını kestirmeye çalışıyordu..





                                                           *                         *                       *




















     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

28- İş bölümü

Mağduriyet