41- Utanç

 




     Kişi neden bir yakınından veya daha da yaygınlaştıralım; İçinde olduğu toplumdan, ailesindeki bir kişiden veya hepsinden, mensubu olduğu bir ideolojik grup veya partinin içindeki bir üyenin ya da üyelerin çoğunun yaptığı bir iş veya açıklamadan ya da yapmadığı bir iş ya da açıklamadan, hatta tuttuğu spor takımının taraftarlarından, oyuncularından veya yöneticilerinden birilerinin yaptığı bir ayıp iş veya söyledikleri bir saçma veya kötü sözden, kısacası içinde bulunduğu topluluk veya yaşadığı toplumdan gurur duyarak ve iyi ki bu ülkenin vatandaşıyım diyerek yaşamak yerine bir çok şeyinden utanarak ve başka kişilerin ya da milletlerin vatandaşlarının gözünde küçük düştüğünü hissederek, kısacası kendi payına bir utanç duyarak yaşar acaba? Öyle ya, her koyun kendi bacağından asılır atasözü uyarınca ortaya çıkan utanılası bir durumda aslında bu durumdan senin, eskilerin deyimiyle bir dahlin, hiç bir günahın ve suçun olmadığı halde; en küçük birim olarak kendi ailenin bir ferdinin yaptıklarından başlayalım, kendini bir parçası hissettiğin bir topluluk, parti, okul, mahalle, şehir ve neticede ülkenden (hatta biraz daha ilerletelim) bir üyesi olduğun insan ırkından ve onun edip eylediği bir çok şeyden dolayı utanç duymak biraz da saçma bir şey değil mi? Ama ah bu sorumluluk hissi, ah bu empati, ah bu eğitim sistemi, her neyse işte, bizim yaptığımız iyi ve güzel şeyleri; bunlar zaten görevin, yapman gerekli, hatta şart diye diye titiz bir öğretmen edasıyla görmezden gelip, tersine senin pek payın olmasa da bir şekilde senin de az veya çok ortak sorumlu olman ihtimali bulunan bir biçimde ortaya çıkan yanlış ve çirkin şeyleri de; aman ne fena, çok ayıp, utanılası, rezalet vs diye herkesin gözüne sokarcasına büyüterek üç kuruşluk keyfimizin de içine kolayca ediverir de utanç içinde yüzümüzün kızarmasına, başımızı önümüze eğmemize, yaşama isteğimiz ve keyfimizin solmasına sebep oluverir kolaylıkla. Acaba bu utanma hissi bizi büyüten ebeveynlerimizden bir miras mıdır, öğretmenlerimizin bir hediyesi midir, yoksa daha derinlerde, genlerimizle atalarımızdan tevarüs ettiğimiz (ve ne yazık ki pek de reddi miras yapamadığımız) üzerimize yapışıp kalıvermiş bir miras mıdır?


     1934 yılında ilk basımı yapılan, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın eseri Utanmaz Adam, 1961 yapımı Abdurrahman Palay'ın filmi Utanmaz Adam, son çeyrek yüzyılda çok tanınan karikatürist Oğuz Aral'ın çizgi roman kahramanı Utanmaz Adam.. Bunların hepsi ve konuşurken birinden bahsederken kolaylıkla sarf ediverdiğimiz bir sıfat olarak ''Utanmaz Adam'' nedense erkeklere yakıştırılan veya yapıştırılan bir rütbe olmuştur, bir kadın utanılacak bir şey yapmaz diye mi düşünülmüştür veya o sadece iffetsizlik yaparsa bundan utanılacak bir durum olur ancak mı denmiştir bilinmez, neticede utanılacak durumları genellikle erkekler yapar kanaati yaygındır. Tuhaftır böyle işleri yapan erkeklerden bile pek utanmaları beklenmezken kadınların hiç bir şey yapmasalar bile utangaç olmaları beklenir..


     Biz konuyu bu kadar dallandırıp budaklandırmadan mikro ölçekteki bir utanma hadisesine getirirsek ve akşam üzeri Kafede geçen olayımıza dönersek, acaba Jale babasından utanıyor muydu? Babasındaki değişimi neden öyle olumsuz bir havada ve çok üzgün bir ifade ile ve adeta ağzından kaçırarak anlatmıştı ki? Fahrettin kızcağızın bu olaydan ve olayın baş faili babasından (acaba babasının adı neydi? Jale onu bile söylememişti, hoş daha babasının bile konusu ilk defa geçmişti bu kısa konuşma/ifşa esnasında, o kadar mı utanıyordu ki ondan?) öylesine, bir iş konusunda yardım vesilesiyle konuşurken, aslında babasının bir din adamı veya hatta dindar biri olmadığını, hatta tamamen seküler biri olduğunu, sonradan ortaya çıkan bu utanılası(?) durumunun mutlaka bir yanlışlık, terslik ya da bir hastalık sonucu olabileceğini, bu durumdan annesi ve kendisinin (tabiatiyle) son derece üzgün olduğunu ama ellerinden bir şey gelmediğini anlatmak istemişti acele acele ve üstelik bunu bir sır olarak kabul etmesini de rica etmişti. Gencimiz bu kısacık konuşmadan işte bunları çıkarmıştı. Zaten konuşma da bundan sonra pek sürmemiş, Jale alelacele kahvesini yarım yamalak içmiş ve kısa zaman sonra da bir yere uğrayacağını şimdi hatırladığını söyleyerek özür dilemiş ve müsaade istemiş, delikanlımızın eşlik etme teklifini de kibarca reddederek kaçarcasına ayrılmıştı ortamdan. Gencimiz de pek haz etmediği bu kalabalık ve gürültülü ortamdan kısa süre sonra kalkmış ve kafasının içi bir çok düşünce ve sorularla dolu olarak kendisini evine doğru götürecek yolda yürümeye koyulmuştu. İşte yukarıdaki düşünceler de bu yolda kendi kendine konuşmalarının mahsülüydü.


     Gene de Jale'den pek uzaklaşamıyordu düşünceleri. Gerçekten üzülüyor muydu yoksa utanıyor muydu babasının durumu için? Üzülmüş olmasını çok istiyordu nedense. Hem utanılacak ne vardı ki babasının durumunda, yani değişiminde? Değişmek utanılacak bir durum muydu? Kişi yürürken karşısına çıkan yollar ve yönlerden etkilenemez miydi? Hayatımız tercihlerimizle yönlenmiyor muydu? Bizi biz yapan şeylerin, yapıp ettiklerimizden dolayı başımıza gelenlerin tercihlerimiz sebebiyle olduğunu söyleyip durmuyorlar mıydı bilge ve düşünür kişiler? Babası belki de yürümekte olduğu yolu düşünüp değerlendirmiş ve daha doğru olduğunu düşündüğü başka bir yola yönelmiş olamaz mıydı? Birisine yanlış yön gibi gelen bir doğrultunun, başka açıdan bakan başka birisine doğru yön gibi geleceğini düşünmek yanlış olabilir miydi? Herkes aynı doğrultuda yürümek zorunda mıydı yani? Hani ''Barika-i Hakikat Müsademe-i Efkâr'dan Çıkar'' diye bir veciz söz vardı? Herkes aynı doğrultuda ve aynı şekilde düşünürse gerçeklerin kıvılcımı hangi fikir çarpışmalarından çıkacaktı? Hem sonra insanların yanlış yapma hakkı yok muydu? Sürüden ayrılmak suç muydu? Biz koyun muyduk? Tamam, belki de babasının gerçekten kafası karışmış da olabilirdi, hatta bu bir akıl hastalığı belirtisi de olabilirdi ama öyle de olsa bunda utanılacak ne vardı? Adam belki bir arayış içindeydi uzun zamandır, ya da bazı sorulara cevap aramaktaydı, bu şekilde bir cevap veya çözüm bulmuş olamaz mıydı? Bu hali neden onları rahatsız ediyordu? İstemeden böyle bir aile sırrını ağzından kaçırdığı için mi utanmış ve rahatsız olmuştu Jale? 

     Kızın konuşmalarını tekrar tekrar hatırlamaya ve onları sentez etmeye koyuldu aylak aylak yürürken. Önce babasının tam bir pozitivist, bilim ve aydınlanma aşığı bir adam olduğunu anlatmış, sonraki değişimine bir anlam veremediklerini söylemek istemişti, öyle ya bir dünya görüşünden bir anda nasıl olurdu tamamen zıt (?) başka bir dünya ve hayat görüşüne atlayıvermek buna bir türlü açıklama getirememişlerdi. Ama söz arasında babasının o çok yabancı -ve hatta korkunç- insanlar gibi olmadığını, onlara benzemediğini, gene de çok sevdiği viskisinden ve klasik batı müziğinden vaz geçmediğini de belirtmek ihtiyacını duymuştu. Acaba neden böyle bir açıklamaya ihtiyaç duymuştu? Her hayat görüşü kendi kabaca tasvir edilen yaşam biçimini mi yaşamak zorundaydı? Mesela bir Hristiyan sadece kendi dini ile ilgili ve o dini kutsayıp başka dinlere hayat hakkı tanımayan eserleri mi okumalı, başka din veya felsefi görüşlerden uzak durmalı, bir Müslüman sadece kendi diniyle ilgili bilgileri yazan kitapları okumalı, başka inançlar veya felsefi görüşlerden şeytan görmüşçesine kaçınmalı, hatta daha da ileri giderek hayatının her aşamasında ve gününün her anında bir an bile bu öğretiden daha doğrusu ona nasıl öğretilmişse artık ondan bir nebze dahi uzaklaşmadan yaşamaya gayret etmeli, mesela müzik mi dinleyecek sadece ilahiler ya da o görüşün izin verdiği ölçüde sözleri taşıyan şarkıları dinlemeli veya söylemeli, din büyüklerinin yorumlarına bağlı olarak ve sadece onların mübah gördüğü kadarıyla hayatını yaşamaya çalışmalı? Böyle bir hayatın ne kadar renksiz, sığ ve sıkıcı olacağını acaba hiç düşünmezler mi böyle toplulukların yöneticileri veya önderleri? Sadece dini gruplar da değil, bir gruba yakınlık duyup giren, veya kendisini o grup veya millet içinde bulan bir kişinin ortada dönen saçmalıkları yanlışlıkları hatta kötülükleri görmemesi, görse bile orada huzur ve mutluluk içinde yaşamaya devam etmesi beklenebilir mi? Bağımsızlık ve özgürlük sadece ülkeler için değil, hatta daha çok insanların kendileri için çok daha önemli ve gerekli değil midir? Yoksa ''Sürüden ayrılanı kurt kapar!'' psikolojisi midir insanları bir grubun içinde hapseden ve dışarıda kalırsa veya dışarıya atılırsa yaşama şansının olmadığını ona ''öğreten''? Acaba Jale babasının sürüden ayrıldığını ve sonunda kaybedileceğini mi düşünüyor ve ondan dolayı korkuyor ve üzülüyordu? 


     Gittikçe çetrefilleşen sorular ve belirsizlikler gencin kafasında Jale'nin babası hakkında büyük bir merak uyandırmıştı. Ne yapıp etmeli, babasıyla tanışmalı ve onunla bu konuları konuşmalıydı. Ama nasıl olacaktı bu tanışma ve ne zaman olabilirdi? Hazır gazetede çıkarmayı düşündükleri dizi yayın için belge ve görüş almaları gerekiyordu olabilecek her yer ve imkandan, öyleyse bu vesileyle Jale'nin babasını ve mümkünse annesini de tanıma şansı da olacaktı.


     Bu düşüncelerle eve geldi ve neredeyse ertesi sabaha kadar neyi nasıl yapacağını, hangi sözlerle Jale'den babasını onunla tanıştırmasını isteyeceğini kurgulayarak geçirdi, ertesi sabah da en erken bir saatte yazıhaneye gitti. 


     Fakat ne yazık ki önce ortalık işlerine ve çay kahve servisine bakan abla, sonra Patron geldi, ama Jale bir türlü gelmek bilmiyordu. Sonunda dayanamadı ve Patrona sordu; - Hocam dedi, Jale neden gelmedi acaba? bir arasak mı? bir sorun çıkmamıştır inşallah, dedi.


     -Jale bugün gelmeyecek, dedi patron son derece rahat bir şekilde, gencimizin sorularla dolu bakışlarını bir süre boş bakışlarla süzdükten sonra da, - Bugün evde filozofların çizimleriyle uğraşacakmış, bitirince haber verecek, hemen alır klişeciye göndeririz. dedi..


     Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi boş boş bakmakta olan gencimiz bir süre sonra kendini toparladı ve önündeki işe koyulur gibi yapıp düşünmeye başladı, acaba konuşmamızdan bahsetmiş midir Jale diye düşündü önce, sonra bunun saçma olduğuna karar verdi hemen, kız ona konuştuklarının aralarında kalmasını istediğini söylememiş miydi?


    Biraz daha geçti, sonra öylesine soruyormuş gibi; - Hocam dedi, Jale'nin babası çok iyi bir bilim adamıymış, acaba bu projede ondan da yararlansak mı?


     Sacit Sami bey şimdi bu da nereden çıktı der gibi baktı, hatta sen nereden biliyorsun onu der gibi sorgulayarak bir süre süzdü gencimizi ama anlaşılan bir cevap bulamamış olacak ki bakışları birden değişti, dalgınlaştı ve sanki gözleri çakmaklandı, bu bakışlarda kızgınlık mı, üzüntü mü, yoksa utanç mı vardı acaba, o anda gencimiz pek bir şey anlayamadı ve masum bir öğrenci gibi patronunun ağzına bakmaya başladı.


     - Evet çok iyi bir bilim adamıydı dedi. Uzun zamandır pek görüşmedik, köprülerin altından çok sular aktı, yollarımız pek kesişmiyor artık. Belki sen tanışır konuşursan ve onu ikna edebilirsen neden olmasın? dedi..


     Bu sözlerde belki uzun zamandır devam eden bir soğukluğun veya bir kırgınlığın giderilmesi umudu da saklıydı kim bilebilir? Ama gencimizin içinde önce Nesimi rüzgarları, sonra da gitgide hızlanan bir fırtına kopmuştu bile. Utanmasa kalkıp patronunun elini öpecek, hatta ne öpmesi, karşısında şıkır şıkır oynayıp ayaklarına sarılacaktı...    









                                                              *                          *                          *







Yorumlar

  1. Almancada başkasının rezilliğinden duyulan utanç diye bir duyguya ait bir kelime var... onu hatırladım ülkemizin haline karşı hissettiklerimizi aktardığın ilk paragrafta.... maalesef.
    Öteyandan da gılgamış destanında bile "gençlik ve toplum nereye gidiyor hey hey" gibi serzenişler var, belki de aslında toplum hep aynıydı ama insan yaşlandıkça farklı açılardan bakıyor, şimdiki gençler için "onlar bu sistemin içine doğdu büyüdü ondan umursamıyorlar" deniyor ama, belki herbirimizin gençliği aynıydı?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Almanlar bu hissi çok duydukları için olsa gerek uygun bir kelime bulmuşlar, bizde neden yok acaba? Bu hissi az mı duyuyoruz, yoksa duymazdan mı geliyoruz? Bizde ''Kork korkmazdan, Utan utanmazdan'' diye bir deyim var, ama utanmazların sayısı artınca utanmayı da unutuyoruz vesselâm. Gençliğin nereye gitmekte olduğu ise her zamanki gibi meçhul. Tıpkı Galaksimizin uzayda nereye doğru gitmekte olduğunu bilemediğimiz gibi. ''Bindik bir Alâmete, gidiyoruz Kıyamete'' vaziyetleri. Hiç nereye gittiğimizi bilsek gider miydik hâli :) ..

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

42- Yılkı