45- Sen hiç aşık oldun mu

 



     Bu ucuz ve gösterişsiz halk meyhanesinde, akşam karanlığı loş salonu daha da mahzunlaştırmışken söze nasıl başlayacağını düşünüyordu gencimiz, ve bu sıkıntılı durumdan da o geçen günlerdeki okulda karşı karşıya kaldıkları karışık ve tehlikeli ortamdan kendisini nasıl kolaylıkla çekip çıkardıysa aynı şekilde şimdi de yine onu rahatlatacak bir duruma çıkarmasını bekliyordu sanki Osman ağabeyden. Oysa yılların kurt istihbaratçısı bu adam sanki hiç bir şey bilmeyen ve öğrenmek için merak da sarf etmeyen tembel bir gedikli orta okul öğrencisi gibi bakmaktaydı ona, ve sanki beni davet eden sensin, belli ki dolusun ve içini dökmek istiyorsun, o halde buyur işte meydan senin, beni yormadan dökül bakalım! der gibi boş ve anlamsız gözlerle onu süzüyor, bu arada da rakısından küçük bir yudum bile alıyordu. 


     Bir süre bocalayıp, çırpındıktan sonra kendisine bir can simidi bile atılmayacağını idrak eden suya düşmüş adam pozisyonundaki gencimiz düştüğü bu hazin duruma bozularak, ve kendi düşen ağlamaz! düsturunu da o anda hatırlayıp bu deyimin doğruluğunu da bir kere daha tecrübe ettikten sonra, başının çaresine kendisinin bakması gerektiğinin bilinciyle, konuya kendisinin girmesi gerektiğine karar vererek önce derin bir nefes aldı, sonra son bir can havliyle önündeki rakı kadehini tepesine dikerek ardından yakıcı sıvının boğazından aşağı inmesini de duyumsayarak ve sonunda neredeyse bardağın dibini görecek şekilde bir kaç iri yudumda o sihirli beyaz sıvıyı midesine indirdi, o esnada da şaşkınlıkla kendisini izleyen ve oğlum ne yapıyorsun! yavaş ol biraz, bu meret böyle içilmez, çattık yahu! daha rakı içmeyi bile beceremeyen bu toy delikanlıdan çekeceğimiz var! dememek için kendini zor tutan Osman ağabeye de; bak işte ne hallere düştüm, zor durumdayım anlayacağın! dercesine bir melûl bakışla baktı. Ama yılların istihbarat elemanı yine de istifini bozmadan sabırlı bir şekilde sessiz sessiz gencimize bakmaya devam etti.


     Gencimizin boğazındaki yanma henüz azalmamıştı ki artık konuşma zamanının geldiğini nihayet o da anladı ve Osman ağabeye saf saf bakarak; - Nasılsın ağabey, nasıl gidiyor işler?, dedi..


     Osman ağabey içinden bir La havle! çekti, ama yine de bozuntuya vermedi, aynen zorlu bir doğumu sabır ve dikkatle takip eden tecrübeli bir ebe gibiydi şu an, o da aynı saçmalık ve anlamsızlıkta bir cevap verdi; - Ne olsun, yuvarlanıp gidiyoruz, dedi. Sonra da lafı daha da uzatmamak için kolaylaştırıcılık olsun diye sordu; - Eee, yazıhanede işler yolunda mı? dedi. Kurt adam, kokuyu almıştı sanki, ama sanki pek oralı da değilmiş gibi öylesine bir soru işte.


     - İyi gidiyor ağabey, iş bölümü yaptık, hani şu yazı dizisi vardı ya, ben de Anadolu örneğinde Türk İslam felsefesi üzerine yazılar yazacağım ve tarikatlar da dahil düşünce hareketlerini araştırıp dizimizde yayınlanması için bilgi ve belge toplayacağım, daha çok iş var önümüzde anlayacağın, patron da Sosyalizm hakkında yazacak, dedi. Bu sözlerden sonra Osman ağabeyde nasıl bir merak ve ilgi uyandığını gözlemek için bir süre sustu ve karşısındakini incelemeye başladı. Hayret! bu sözler bile pek ilgilendirmemiş gibiydi bu yılların kulağı kesik ve delik hafiyesini. Yoksa her şeyden olduğu gibi bundan da haberi mi var acaba? diye bir düşünce geçti içinden gencimizin, ama başının dönmeye başladığını hissederek buna da pek önem vermedi ve o anda aklına gelen soruyu soruverdi;


     - Abi, sen hiç aşık oldun mu? dedi. 


     Şaşırma sırası şimdi Osman ağabeye gelmişti. Hoppala! nereden çıktı şimdi bu soru diye düşündü ve bu düşüncesi de hemen yüzüne vurdu, gencimiz bunu anlayacak durumda değildi tabi, o sadece sorusuna cevap bekliyordu, hepsi bu.


     Bu defa Osman ağabeyin eli henüz yarılanmış olan kadehe uzandı, bir süre ne diyeceğini düşündü, bu sorunun arkasında neyin olduğunu anlamaya çalıştı, sonunda durumu biraz anlar gibi oldu ve gencimize bu defa başka bir ifadeyle bakmaya başladı, bardağını o da sonuna kadar kafasına dikti, gayrı ihtiyari eli cebine gidip gümüş tabakasını aradı, aksilik bu ya sigarayı on sene evvel bıraktığını hayıflanarak hatırladı, oysa şimdi bir cıgara yakıp derin bir nefes çekip dumanını havaya savurmanın tam zamanıydı, şu sigarayı kapalı yerlerde içmeyi yasaklayanlar, onu bütün kötülüklerin yegane sebebi gibi gösterenler, hatta yerli tütünümüzü ektirmeyip ya da çok az para vererek yerli tütüncülüğü yok edip bizi amerikan tütününe muhtaç hale düşürenler, Allah belanızı versin! dedi içinden. Ama yapacak bir şey yoktu, elden ne gelirdi ki, büyüklerimiz öyle karar vermişlerdi işte, sanki sigara içmiyoruz diye artık hepimiz daha sağlıklı daha güler yüzlü, daha moralli insanlar mı olmuştuk?, ne gezer, eski günleri bile hasretle arar durumdaydık hepimiz, eskiden bir cigaramız vardı, acılı durumda, yorgun durumda, ümitsiz durumda, sevinçli durumda, velhasıl her durumda ve her zaman yanımızda, sadık ortağımız olan, kederde sevinçte hemen sarıldığımız dostumuzu -daha bir çok dostumuza yaptığımız gibi- kolayca bırakıvermiştik işte, artık yapacak bir şey yoktu yazık ki... Oysa şimdi en azından düşünme numarası yaparken, biraz zaman kazanmak için, ve en önemlisi de karşı tarafa sabırla gözümüzün içine bakarak bizi dinlemesi için zaman vermek amacıyla biraz da zalim bir tavırla sigaramızı tüttürerek fikrimizi gıdım gıdım karşımızdaki zavallının beynine zerk edebilirdik diye düşündü ve o anda da Anadolunun bir köşesindeki kendisi küçük ama hayalleri ve kendine güveni dağlar kadar büyük kentinde şair Necip Fazıl Kısakürek'in şehrin yegane sinema salonunda verdiği ''Yolumuz, Halimiz, Çaremiz'' isimli konferansta sahnedeki masanın arkasına kurulmuş olan şairin, daha sözlerine başlamadan yaktığı Yeni Harman sigarasından dümdüz çıkıp sonradan sahnede dağılan koyu sigara dumanını seyredip, konferanstan aklında kala kala, üstadın bir bardak demli çayı içerken bir biri peşi sıra eklediği ve içerken de büyük bir keyif aldığı sigara içme sahnesinin kaldığını hatırladı. Bütün arkadaşlarının idolü olan bu eksantrik adamın sigara içişine hayran olmuş ve kısa süre sonra da önce öksüre öksüre, sonra da başı döne döne içmeye başladığı Bafra sigarasıyla tiryakilik hayatına sıkı bir giriş yapmış, hiç şikayet etmeden de on sene evveline kadar zevkle devam etmişti bu müskirata. Ama hem ev halkının hem de ciğerlerinin uyarı ve itirazları sonunda istemeyerek de olsa bu dostunu terk etmek zorunda kalmıştı, ama hâlâ bazı geceler rüyasında büyük bir zevkle sigara içiyordu ne ilginçtir.


     Bu arada araya girerek gencimizin murad ettiği ''Aşk''ın sadece ve sadece insan ırkının erkek ve dişisi -çoğunlukla da erkek olanı- arasında geçen bir ruhi durum olduğunu ifade ederek, konumuzu fazla dağıtmadan sadece kadınla erkek arasında süren böyle bir aşk ve aşık olmak hali üzerinde duralım, yoksa vazife aşkı, vatan aşkı, sanat aşkı, müzik aşkı vesaire bütün aşkları işin içine katarsak gerçekten yolumuzu ve yönümüzü kaybeder, sonunda da  mazallah aşıkların durumundan daha beter hallere düşebiliriz. Gencimizin Osman ağabeyine sorduğu masum soruda olduğu gibi büyük ihtimalle gencimiz, düşmekte olduğunu hissettiği girdapta nasıl davranacağını aynen damdan düşen Nasreddin Hoca'nın ilk önce damdan düşen birini görmek istemesi gibi bu tecrübeli ve soğukkanlı kişinin böyle bir durumda ne yapması gerektiği hususunda ona akıl vereceğini düşünmesi veya onun atacağı bir tahlisiye simidi olup olmadığını öğrenmek istiyordu anlaşılan.


     Neyse biz yine meyhanedeki mütevazı masanın başında sükut halindeki iki insana dönelim; zaten bu arada Osman ağabey de biraz düşünme ve eski hatıralara dönme fırsatını bulmuş idi ve gencimize bakarak ağır ağır konuşmaya başladı;


     - Nasreddin Hoca'ya sormuşlar; Hocam sen hiç aşık oldun mu? diye, hoca da biraz düşündükten sonra ne dese beğenirsiniz, - Bir zamanlar ben tam aşık oluyordum ki üzerime geldiler!.. Gencimiz bu cevaba gülsün mü, ağlasın mı düşünürken Osman ağabey ağır ağır devam etti, - Oğlum; bizim memlekette aşk, aşık olmak kelimelerinden çok başka kelime kullanılmaz belki de, ama bu hep başkalarının başına gelen bir şey, veya şiirlerde masallarda olan şeyler gibi bulanık bir manzara içinde ve mahiyeti de tam anlaşılamayan bir durum, hatta düşkünlük -öyle ya aşka düşer insanlar, tıpkı bir hastalığa, istenmeyen bir vaziyete düşüş gibi- gibi görülür, aşka düşene acıyarak bakılır, eğer bu kişi yakınınızdan biri durumundaysa hatta acımayı bırak utanılacak bir hale düştü diye kızılır hatta dışlanır bile o garip aşık. Bizim memleketimizde -sen de aynı durumdasın-  elimiz ekmek tuttuğunda büyüklerimizin münasip gördüğü bir kızla ''baş göz ediliriz'', evlenme çağına gelmiş kızlar da ''kocaya verilir'', hepsi bu işte, bizler ancak evlendikten sonra eşimizi tanırız, zamanla aşık bile olabiliriz eşimize hatta, ama evlenmeden önce karşı cinsten birine değil aşık olmayı, yan gözle bakmayı bile ahlaksızlık, hafiflik olarak kabul eder toplumumuz, bu kaidenin dışına çıkmayı deneyen gençler için iki yol vardır; ya evlenir ve memleketten kaçarsınız, ya da daha kötüsü bu iş evlilikle sonuçlanmazsa adeta afaroz edilirsiniz, hatta bunlardan daha beterleri de olur ama şimdi onlardan hiç söz etmeyelim. İşte böyle bir ortamda ne kadar aşık olabilirsin ki, tam birine aşık olmaya başlarken tüm memleket haberdar olur, herkes üzerine gelir, ortada aşk maşk kalmaz rezil olursun. Sen büyük şehre geldin, bu işleri ya görmedin ya da unuttun galiba. İşte sana sorunun cevabı Fahrettin! dedi. Sonra da gencimizin meramını biraz daha anlayabilmek merakıyla o da bir soru yöneltti toy aşık adayı delikanlıya.


     - Yoksa, dedi, giriştiğiniz bu yazı dizinizde aşk konusunu da mı işleyeceksiniz? Bu konuyu güzel bir şekilde ve detaylıca masaya yatırırsanız tiraj patlaması yaşarsınız bak işte bundan eminim diye kinayeli bir gülümseme ile ortamı yumuşatıcı bir hamle yaptı deneyimli sorgu ve araştırma uzmanı Osman ağabey. Gencimize duyduğu ağabeylik duygusuyla karışık kader ortaklığı hissi böyle bir nükte yapmasına sebep olmuştu şüphesiz.


     Ama gencimizin böyle şakalara ne gülecek ne de cevap verecek hali yoktu o an, alkolün verdiği rahatlığa sığınarak; - Yok be Osman ağabey, aşk mevzuu kiiim, biz kim? Bizim Sokrat'tan, Hegel'den, Marks'dan, Darwin'den, vesaireden başımızı kaldırıp da Aşk'dan sevdadan bahsedecek halimiz mi var, varsa yoksa itişip kakışma haberleri, ölme öldürme çağrıları, memleketi kim ve nasıl kurtaracak meseleleri, aç karnımızı nasıl doyuracağımızın hesaplarından başka neyle uğraşacağız ki? Aşık olmak senin de dediğin gibi bizim ne haddimize, onlar zengin insanların, tuzu kuruların, para kazanma derdi olmayıp gönlümüzü nasıl eğlendirelim diyenlerin harcı. Bize işte ancak onların yapıp ettiklerinin hikayesini dinlemek, aşk ateşiyle yanan yüreklerinin çırpınışlarını hayal etmek, sevda oyunlarını ve cilvelerini seyretmek, kısacası vitrinin dışından içerideki pastaları, tatlıları, birbirinden lezzetli yemekleri ağzı sulanarak seyreden kıçı yamalı, ayağı çıplak başı kabak fakir çocuklar misali aşkın nasıl bir şey olabileceğini düşünmek kalır. Boşver be ağabey! birer duble daha içelim mi? ne dersin? dedi.


     Gencimizin bu dokunaklı, ama bir o kadar da doğru sözlerini dinleyen Osman ağabey diyecek söz bulamadı ve bir eli boşalmış kadehe, öteki eli de cebinde olmayan sigara tabakasına gitti gayrıihtiyari...






                                                     *                             *                              *






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

28- İş bölümü

41- Utanç