46- MeyVah

 




     Birazcık rakının insan iradesini gevşeten etkisi, biraz da bu hassas konunun gencimizin kafasını özellikle de bugünlerde sürekli işgal etmesi sonucu konu böyle bir noktaya gelmişti ki, Osman ağabey'in düşünceli bir şekilde kendisine bakarak suskunlaştığını gören acar muhabirimiz, onun da aynı dertlerden muzdarip olduğunu fark etti o anda, ve meseleyi kendi şahsi durumlarından çıkararak, fazla da felsefeye dökmeden genelleştirmek isteğiyle sözüne devam etti;


     - Zaten aslında aşk dediğimiz şeyin de ne olduğu üzerinde tam bir mutabakata varılmamış galiba ağabey, dedi, bana kalırsa aşk bir heves ya da daha doğrusu iki insan arasında etkili olan ve çok kısa süren bir kafa karışıklığı hali. Büyüklerimiz ne doğru söylemişler, ''Seversin karşılık bulamazsın adı sevda olur, sevdiğine kavuşursun o zaman da aşk biter'' diye, öyle değil mi ağabey, etrafımızda hep gördüğümüz hikaye bu değil mi?, insan bir dağcı gibi aynen, bir dağı görüyor, hevesleniyor, bin bir zahmetle tepesine tırmanıyor, zirveye ulaşınca da gözü bir başka zirveye düşüyor, bu dağın tepesine ulaştı ya, artık onu yendi ya, artık bu başarı onu kesmiyor, hemen başka bir dağı gözüne kestiriyor, en büyük zirvelere ulaşacağım diye diye de bu yolda ya bir yerlerden yuvarlanıyor canından oluyor, ya da sakat kalıp mecburen bu işleri bırakıyor, insanoğlu horoz ölür gözü çöplükte kalır misali, devamlı bir fethetme, kendisini bir yerlere, birilerine, ve aslında kendisini ulaşılamaz, doymak bilmez benliğine ispat etmeye çalışmakla ömrünü tüketiyor, bir gün bile tatmin olamıyor, sonunda ancak öldüğünde huzura kavuşuyor belki de. Aşkın ömrünün en çok iki sene olduğunu bulmuş bilim insanları yaptıkları araştırmalar sonunda, ama ihtirasın ömrü galiba kişi ölene kadar sürüyor. Hırsını dizginleyip dünyadan beklentilerini asgariye indiren, böylelikle de huzura ulaşan insanlar da var elbette, galiba onlara da ermiş, peygamber gibi adam filan deniyor, değil mi ağabey? dedi.


     Osman ağabey gencimizi dalgın gözlerle dinliyordu ki bu soru ile kendisine geldi o an, ve soruyu hatırlamaya çalışarak -kesinlikle o sırada ilk aşkını düşünüyordu bizce- o ana geri döndü ve, -Tabi tabi, dedi.


     Bu kısa ve soğuk cevaptan konunun artık bir sona erdirilmesi gerektiği sonucuna ulaşan gencimiz de bu bitmeyen senfoni gibi görünen sohbetin artık başka bir mecraya yönlendirilmesi zamanının geldiğine karar verdi, o sırada önünde duran ikinci dubleye gözü ilişti, kadehten bir yudum alıp biraz da az önce gelen köfteden ve zeytinyağlıdan birer çatal alıp, ağır hareketlerle ağzına atıp yavaş yavaş çiğnedikten sonra; 


     - Ne olacak bu memleketin hâli Osman ağabey? dedi... Eyvaaah! bir dipsiz kuyuyu bırakıp bir başka dipsiz kuyuya mı geçiyordu sohbet yoksa?


     Gencimiz artık eni konu sarhoş olduğu için Osman ağabeye tevcih ettiği bu basmakalıp sohbet sorusu ona hiç de komik gelmemişti o anda. Kendi meselelerimizi halledemedik, bari büyük meselelere göz atalım da oyalanalım psikolojisinin en yaygın dışa vurumu olan bu kısa soru cümlesi, memleketin bütün meyhanelerinin kahir ekseriyetinde şu an soruluyor ve - bir türlü bulunamayan-cevabı aranıyordu kesinlikle. Hatta bu söz bir espri konusu bile olmuştu, cevabı kısaca verilemeyen ama yine de  - İyi olur inşallah, diye mütevekkil bir edayla savuşturulan bu soru, masalardaki o esnada bir hayli suskunlaşmış üyelerin de -aslında kendi dertlerine dalmış halde olmalarının getirdiği bu dinler gibi görünme hali- tam da o esnada ötekilerin isteksizlikleri nedeniyle pek konuşmamalarından cesaret alan ve sazı ele geçirmek için bahane arayan çenesi açılmış kişilerin, artık o anda akıllarına ne gelirse oradan başlayıp, bir kaç kişiyi sallandırmakla şıpın işi bütün meselelerin çözüleceğinden tut, eğitim seferberliği veya sanayileşmenin şart olduğuna, köy enstitülerinin yeniden ihya edilmesinin yeterli olacağından tut, sosyalizm hatta faşizmin gerektiğinden gir, bir iç savaş sonucu bütün kötülerin ve yaramaz kişilerin yok edilmesinin şart olacağına kadar varan sonu bitmez münakaşaların, ancak vaktin iyice ilerlemesi, ondan da önemlisi rakının ve bütçenin sonuna gelindiğinin anlaşılması gibi gerçeklerle yüz yüze gelindiğinde sona erebilen ''derin'' tartışmalar ve fikir muhaverelerinin mecburen nihayet bulması sonucu, bu çok önemli meselenin tatmin edici bir neticeye bağlanamadan ya karşılıklı öpüşmelerle, ya da fikri tartışmanın bir şekilde sona erdirilemeden patlak veren ve arkadaşlar arasında kaba kuvvet uygulamalarına kadar varabilen itişmelerle, masaların sandalyelerin devrilmesiyle sonuçlanırdı. Allahtan bizim bu ikilimiz öyle hamlıklar, seviyesizlikler yapacak insanlardan değildi çok şükür. İkisi de şu an aslında akılları başka yerlerde olmakla beraber cismen kendileri masa başında birbirlerini kibarca dinlemekte gibiydiler.


     Osman ağabey bu basmakalıp soruya aynı değerde bir cevap verdi sonunda; - Ne olacak ki Fahrettin? memleketin hali meydanda, asıl biz kendi halimize bakalım, bizler kendi durumumuzu kurtarabilirsek memleketin durumu da kurtulur.. inşallah.. dedi. Bu cevapta, bu memlekette yeterince yaşamış ve yaşlanmış her insanın üzerine sinen bir yaşanmışlık dokusunun ve kokusunun tesiri vardı kesinlikle, başta yönetim ve siyasiler olmak üzere sayın ve yüce halkımız, sorun çözmek yerine adeta sürekli yeni sorunlar yaratmanın peşindeydi sanki, ve sızıldanmak, homurdanmakla her türlü derdimizin -belki de yukarıdan gelecek bir el marifetiyle- halledilip çözümün önümüze verileceğine inanıyorduk sanki. Masallara ve gökten inen meleklere, bir sihirli kelime ile açılıveren mağara kapılarına, bir işaretle yarılıveren denizlere, hatta uçan halılar ya da atlara binmiş elemanlarla önümüze kuş sütünün eksik olmadığı sofraların kuruluvereceğine o kadar inanmıştık ki, sonunda her şeyi meleklerden ya da melek gibi olmasını umduğumuz devletten bekler hale gelmiştik. Herkes kendi kapısının önünü süpürmekle işe başlasın diyene bile, Belediye yok mu o süpürsün! der hale gelmiştik, üst üste yığılan sorunların artık altından kalkılamayacak hale geldiğini görünce de, biz adam olmayız, bize bir çoban, hatta aramızdan biri değil başka milletten gönderilecek biri lazım, ancak bizi o toparlayabilir, kanaatine varmıştık. O yüzden olsa gerek herkesin ilk dubleden sonra birbirine sorduğu bu sorunun da sonunda içi boşalmış, ciddiye alınacak ve cevap verilmeye bile değmeyecek bir soru haline gelmesine yol açmıştık. İşte Osman ağabey de bütün bunları iyi bildiğinden olsa gerek gencimizin sorduğu bu basmakalıp soruya verdiği aynı değerde bir cevapla bu topa girmek istemediğini belli etmişti. Aslında verdiği cevap da doğru bir cevaptı laf aramızda, herkes kendisini kurtarmak için doğru olan şeyi yapsa neticede toplumun da hayrına olacaktı kendisiyle beraber, o yaptığı şey, ama burada can alıcı nokta, ''sadece kendisine doğru değil, herkes için doğru olanı'' ayırımına riayet etme şartı vardı, ama ne yazık ki bunun bilincinde olan insan sayısı en iyimser hesaplarla toplumda ancak yüzde birler oranındaydı. Bunu nasıl yükseltecektik? Ah, onu bir bilebilseydik!..


     Gecenin bu saatinin, sonuçsuz ve verimsiz bitmesi mukadder olan işbu yukarıdaki soruya verilen soğuk, kısa ve öz cevapla hitama ermekte olduğunu iki masa arkadaşı da hissetti ve böylelikle masa başında suskunlukla dolu kısa bir süre daha geçtikten ve masada kalan son içkiler ve mezeler de yendikten sonra toplantı sona erdi, hesaplar ödendi, dertlerini olabildiğince paylaşmış, kısacası mey içip vah etmiş iki dost olarak meyhaneden çıktıklarında gece enikonu ilerlemiş, birbirlerine yabancı ve mutsuz insanlarla dolu bu kasvetli şehri kanatlarının altına almıştı, tenhalaşan sokaklarda Osman ağabey ile gencimiz bir süre beraber yürüdükten sonra yolları ayrılırken samimiyetle tokalaşarak birbirlerine veda ettiler, herkes kendi derdi ve düşünceleriyle beraber evlerine doğru suskun ve yorgun adımlarla yollandı.


     Evinin kapısını açıp da içeri girdikten sonra gencimiz, çöp kovasından yayılan ve tüm odayı kaplayan, yiyecek artıklarının neşrettiği kerih kokuyu fark ederek ortalıkta kısa bir temizlik yaptı, eski poşetlerden birine mütevazı bekar evinin fakir çöplerini doldurdu, giriş kapısının yakınındaki daha fazla ve dayanılmaz kokular yaymakta olan üstü açık çöp konteynerine bir adım kala fırlattığı torbası içeri düştüğü anda bu kocaman kirli kutunun içerisinden iki kedi birden korkuyla fırladı, bir anda irkilen gencimiz kedilerin arkasından gülümseyerek baktıktan sonra; -Daha bir çöp meselemiz bile çözülememiş, biz memleketin nasıl düzeleceğini düşünüp boş gevezelikler ediyoruz, bize Felsefe değil iyi bir Belediye hizmeti lazım! dedi, ardından iki elini çaresizce açıp boynunu bükerek bezgin bir ifade ile ve yorgun adımlarla evine döndü ve kısa süre sonra da soğuk ve nemli yatağına kendisini attı, alkolün de tesiriyle bir bebek gibi sağ yanına kıvrılmış vaziyette hemencecik uykuya daldı.


     Kısa süre sonra da rüyalar alemine balıklama atladı...





                                                                   *                   *                 *






  





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

28- İş bölümü

41- Utanç