48- Tabir

 



     Bu tuhaf, renkli ve subliminal mesajlarla dolu rüyayı gördüğü gecenin sonunda - her gecenin sonunda olduğu gibi- nihayet sabah oldu ve gencimiz mütevazı (bekar) yatak odasında mutlu bir gülümseme ile gözlerini açtı, ama aklı hâlâ gördüğü acaip ve bir o kadar da orijinal rüyadaydı. Bir süre, acaba yine uyusam bu rüyanın devamını görebilir miyim düşüncesiyle uyumaya çalışmış, ama ne yazık ki rüya perisi bir daha gencimizin fakirhanesine uğramamıştı. Yatağında bir süre oyuncağı elinden alınmış küçük bir çocuk gibi somurttu, sonra bu yaptığının da saçma bir şey olduğunu düşünerek muhayyilesine başvurmaya ve rüyanın devamını kendi gayretiyle inşa etmeye çalıştı. Ama Heyhat! bu işi de beceremedi. Adı üstünde rüya işte, kafadan uydurarak ancak ortaya Çanakkaledeki Truva atı gibi  ucubemsi bir sanat ''eseri'' oturtmak gibi bir şey çıkar, gündüz gözüne, üstelik uyanık vaziyette rüya düşünmek hatta kurgulamak da ne oluyor öyle. Akıl ve mantık devreye girince saçmalamaya yer yoktur, öyle kafana göre rüya uyduramazsın, her işin bir raconu var, öyle değil mi? Bu yol çıkmaz oğlum!..


     Bunun üzerine '' İtle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak evladır'' atasözünün de yardımıyla bu kez elde olan üzerinde yorumlar ve sündürmelerle çekiştirmelerle bir neticeye ulaşma çabasına girişti. Eskiler galiba bu yaptığına rüya tabiri diyorlardı, sabah uyanıp da başka yapacak işi olmayan tuzu kurular, veya bu işe meraklı tazeler, hemen rüyalarını birine anlatıp yorumlamasını, eskilerin deyimiyle tabir etmesini isterlerdi. Hatta bu hususta çok ileri gidenlerin elinden eksik olmayan Rüya Tabirleri kitapları veya kısacası eskilerin deyimiyle Tabirnameler bile vardı. Peygamberimizin de her sabah namazdan sonra mescidinde -o sırada sayıları çok az olduğu kesin olan- müminlere gördükleri rüyayı anlatmasını istemesinin ve hatta onların rüyalarını tabir etmesinin de sonraları müslüman toplumunun bu tabir işini iyice ciddiye almasına sebep olduğunu -hatta inanışa göre bu işin sevap bile olduğunu- bilmekteyiz. Gerçi Hazreti Yusuf'un da çok iyi bir rüya yorumlayıcısı olduğu ve bu sayede Firavun'un gözüne girerek zindandan çıktığını, hatta Firavunun Başveziri konumuna kadar da yükseldiğini biliyoruz. Yakın tarihimizde ünlü Ruhbilimci Freud'un rüyalara ne kadar önem verdiği ve Psikanaliz ilmini bunun üzerine kurduğu da bir gerçektir.  


     Bu bilgilerin aklına gelmesiyle iyice bu işi ciddiye almaya karar veren acar gazeteci aynı zamanda  toy aşık gencimiz, hazır sıcak ve yumuşak yatağında keyif yapmaktayken ve daha evden çıkmasına epeyi bir zamanının da olduğunun verdiği rahatlıkla, bu defa kendi rüyasını kendi bilimsel yöntemleri ve sezgileriyle -günümüzün deyimiyle- yorumlama işine girişti. Henüz rüyalara da sansür gelmemişken, ve üstüne de teknoloji daha zihinleri okuma yetisini kazanamamışken (?) rüyacığını en başından hatırlamaya ve cümle cümle, sahne sahne tabir etmeye teşebbüs etti. 


     İlk olarak mekânı düşündü ve o anda da çok değil beş on gün önce gördüğü bir başka ilginç rüyasını hatırlayarak şaşkınlık içine düştü. Evet, bu iki rüya da birbirlerine çok benziyor gibiydi, öncelikle ikisi de bir gemide geçiyordu, ayrıca tabi ki ikisinde de baş rolde Jale vardı, ve evet ikisinde de kaptan vardı, ilk kaptan belirsiz biriydi galiba ama bu seferki Jale'nin babasıydı (acaba? adamı daha görmemişti bile, ama Jale rüyasında öyle demişti işte, onu aldatacak değildi ya) üstüne üstelik çok bir ilginç nokta da gemilerin ikisi de seyretmiyor, ''çekiliyordu''. Acaba bu karşı konulmaz çekim gücü Jale'de de var mı? diye araya bir yan soru girdi o an. -Hem de çok!, dedi içinden ve derin bir göğüs geçirdi arkasından. Sonra birden kendine geldi; Yahu ben ne yapıyorum? dedi, vaziyete bak! tam Anadolu genci damarım tuttu, Ben sana hayran, sen cama tırman.. diye dalga geçerlerdi bu duruma düştüğü ''farkedilenler'' için oralarda,  dünya ile sürekli bir çekişme halinde olan ve kendi bildiğinin en doğru, değişmez gerçek ve üstüne üstelik onlardan çok çekinen ve korkan geride kalan bütün dünyanın onları yok etmek için yanıp tutuştuğuna kesinlikle inanmanın verdiği o dayanılmaz özgüven içinde doğmuş ve yetiş-tiril-miş bu son derece özgün memleketin medarı iftiharı olan zavallı gençlerimiz kendilerinden çok büyük başarılar müthiş hikayeler ve düşmanlarımızı kahredecek hamleler beklenirken, bilinmez ve anlaşılmaz bir sebeple ve aniden bir kıza aşık olurlar, ama başta o kız olmak üzere kimselere açılamazlar, sonunda platonik aşk diyebileceğimiz bir halet-i ruhiye içine girerler, halleri tavırları iyice değişip avare avare ortalıkta dolaşmaya başlayınca da halden anlayan - büyük ihtimal kendileri de o yollardan geçmiş - bir arkadaşları tarafından vaziyetlerine kaçınılmaz olan o teşhis konulur, önce alayla, sonra da işin ciddiyetinin fark edilmesiyle merhamet ve anlayışla yaklaşılan gencimizin, düşmüş olduğu bu ''Hastalıktan'' fazla yara bere almadan kurtulması için elden gelen yapılır, bu arada ya kız (Mabude) babasının tayini çıktığı için başka bir memlekete gitmiş olur, ya da onun da bir gönül macerası olduğu dedikoduları gencimizin kulağına gelir (en kötü senaryolardan biri, Arkadaşımın aşkısın şarkısı eşliğinde bir melodram) böylece başlamadan biten bu hazin aşk hikayesi gencimizin ileride ara sıra (özellikle dün geceki gibi bir içki masasında) zayıf bir anını yakalayarak karanlık ve durgun bir göl tabanından suyun yüzeyine çıkıveren bir hava kabarcığı gibi hevesle yüzeye fırlayıveren, sonra da sessizce sönen köpükler gibi önce suyun üzerinde belli belirsiz ve kısacık ömürlü bir habbecik olarak asılı kalır ve sonra da nazlı nazlı titreşerek ömrünü tamamlardı. Artık gencimizin aşka olan istidadına, hassaslık seviyesine ve melankolik havasına göre aşkı ya bir şairlik hevesine tahavvül eder ve hemencecik edinilmiş ince pelür kağıtlı özel şiir defterinde beğenilen ve sevilen bir kaç aşk şiiri arasına sıkıştırılıvermiş amatör bir kaç şiir müsveddeleri de eklenerek yazıya dökülür ve artık orada küllenmeye terk edilir, bazen de birazcık daha cesur ve aşkını herkese haykırmaktan kendisini alamayanların başvurduğu bir yöntem olarak sevgilinin adının hemencecik anlaşılacağı akrostiş sanatına da başvurularak bu başarının elden ele dolaştırılmasından gizli bir zevk bile alınırdı. Gencimizin ileri yaşlarına kadar özenle sakladığı bu sırdaş şiir defteri, sonradan çoluk çocuğa karıştığı zamanlarda eski kutuları karıştırıp bir şeyler bulmaya meraklı kızları tarafından yıllardır uyumakta olduğu kuytu köşelerin birinden bulunup çıkarılır, buldukları defineyi önce arkadaşlarına, sonra da babalarına gösteren kızları, babalarının utangaç bakışlarından, veya durgunlaşmalarından pek de bir şey anlayamazlar, neden sonra bu işleri birazcık anlayan bir arkadaşları, ya da -daha kötüsü- anneleri tarafından irşad edilirler, ileride kıskançlık kavgalarında koz olarak kullanılmak ya da eğlenceli zamanlarda adamcağızın ne kadar saman altından su yürüten biri olduğu, karda yürür de izini belli etmez tiplerden olduğuna şahadet etmesi amacıyla yine bir yerlere sıkıştırılır, ya da  bir süre sonra yeniden ademe mahkum edilir ve unutulur giderlerdi.


     Gencimizin gözünün önünden buna benzer senaryolar ve sahneler bir film şeridi gibi akıp geçti bir süre, sonra yine kendi kendisine kaldığı yerden devam etti; - Galiba ben de bu kaçınılmaz hastalığa yakalanıyorum, dedi, sonra da kendi kendisine halden anlayan bir arkadaş gözüyle nasihatte bulunmaya başladı. - Yahu! dedi, daha kızın bırak ana babasını, özel hayatı, sevdiceği biri olup olmadığı, bu taraklarda bezi var mı yok mu, onlardan bile haberinin olmadığı bir durumda sen nasıl böyle kendi kendine gelin güveyi oluyorsun! hem sonra sen gazeteci değil misin? önce görevini düşün ve kendine gel! mesela bu rüyada gördüğün insanlar, geminin kaptanı, durgun suyun ortasında yapayalnız, üstelik yüzüp yüzmediği bile belli olmayan bir gemi, her katta ayrı bir dünyaya hizmet eden imkanlar, vesaire vesaire, bunların ne anlama geldiğini düşünmek yerine, sen tutturmuşsun yok Jale, yok babası Teoman bey, gidiyorsun. Anlasana o gemi bizim memleketimizin halini anlatıyor belki de, sen asıl buna odaklan, üstelik böyle bir gemide hepsi birbirinden neredeyse nefret eden insanları bir arada tutmak kolay iş mi idareciler bu işi nasıl beceriyorlar, bunun için neler yapıyorlar onu düşün. Gemiyi inşa edenlerin hangi tarihi şahsiyetler olduğunu ve nasıl bir mücadele ile yedi düvele karşı zafer kazanarak böyle bir eseri vücuda getirdiklerini tahayyül et, hem o zor zamanlarda yaptıklarını hem de geminin ilelebet kazasız belasız seyredebilmesi için buldukları o dahiyane çözümlere ne buyurulur peki? Sen bu gemide kaptan, hadi o kadar abartmayalım, bir gazeteci olsaydın ne yapardın? Bütün bunları düşününce ortaya çıkan eserin büyüklüğünü görüp de hayran olmamak mümkün mü? Tabi ki her şey dört dörtlük olamaz, en muazzam bir eserde bile çekememezlik edenler, şom ağızlılar muhalefet edecek bir şeyler bulurlar, şurası bir gerçektir ki herkesi memnun etmeye kalkan sonunda kimseyi memnun edemez, hatta herkes ona düşman olur, ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamayan bedbaht insanlar durumuna düşüverirsin işte böyle kaptan sen olsaydın, ama bak Teoman Kaptan ne yapıyor? kurulan düzeni devam ettirmek adına elinden gelen her şeyi yapıyor adamcağız, arada bir de herkesi sallayarak akıllarını başlarına almalarını, gemi batarsa herkesin boğulacağını, yapacak en akıllıca şeyin kurallara uyarak iyi bir yolcu gibi hareket etmek ve fazla da kurcalamadan şu kısa hayatın tadını çıkarmaya çalışmak olduğunu ihbar ve ihtar ediyor. Kaptanlık budur işte!, tabi ki o da her şeyi bilmediğinin bütün inceliklere vakıf olamayacağının farkında ama, Gemisini kurtaran kaptandır! ata sözü gereğince yapması gerekeni çok önceden büyük bir isabet ve yanılmaz bir irade ile ortaya konmuş olan emir ve talimatlar muvacehesinde yerine getiriyor. Gencimiz bu birbirinden değerli ip uçları, bulgular ve öğretici uyarıcı sonuçlarla dolu rüyasının sonunu görmeyi hâlâ çok istiyor ve merak ediyordu, ama her güzel şeyin olduğu gibi bu rüyanın da erkenden bitmesine yanmaktan başka yapacak şey yoktu ne yazık ki, neticede bu rüyada ben geminin salimen güzel bir limana ulaşıp ulaşamadığını göremedim, rüya çabucak bitti, ama inşallah bir başka rüyamda arkasını da görürüm, ben göremesem de benden sonraki kuşaklar görür inşallah, diyerek tabir işine de şimdilik de olsa istemeyerek de olsa bir son verdi. Aslında böyle amatörce ve kendi kendine rüya tabiri de pek lezzetli olmamıştı, bakalım bugün belki Osman ağabeye veya ofisteki Fatma hanıma rüyamı anlatsam onlar nasıl yorumlarlar acaba diye düşünmekten bir an için kendini alamadı, ama bu son derece saf hatta çocukça düşünceden dolayı kendisini hemen ayıpladı ve rüyasının durgun su üzerinde patlamayı bekleyen kabarcık gibi oralarda bir yerlerde sessizce salınıp  durmasının en emniyetli çözüm olacağına karar verdi. Yine de bir kütüphaneye uğrayıp kimselere çaktırmadan bir rüya tabirnamesi bularak gözlerden ırak bir yerde bu garip rüyasının bir yorumunu çıkarmak düşüncesi aklına geldiyse de bu naif fikir de karanlık bir gecede seyreden bir geminin güvertesinde boş ve hülyalı bakışlarla gözlerini ufka dikmiş bir faninin gözüne çarpan mahzun, kimsesiz ve ölgün bir deniz feneri huzmesi gibi zihninde bir an için çakıp sonra da hızla kayboldu.






                                                          *                          *                           *





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

41- Utanç

42- Yılkı