53- Oğlum!

 



     Gencimiz; eski öğretmeni, şimdinin gönüllü münzevisi - ya da öyle görüneni- Ali Haydar hocanın anlattıklarını büyük bir ilgi, saygılı bir duruş ve sözlerin anlamlarını hazmetmeye çalışarak dinliyordu, adeta nefes almamacasına. Duyduklarından onu en çok şaşırtanın da olan bitenden hep başkalarını, bezirgan karakterli düzenbaz küçük kasaba politikacısı işbirlikçi kişileri, bozuk düzeni, örümcek kafalı gericileri, dincileri, hatta emperyalistleri hedef alıp kendisine ve silah arkadaşlarına toz kondurmayan o bildik müzmin muhalifler gibi sloganlarla konuşmaması, tersine, ortaya çıkan sonuçtan neredeyse ülkede yaşayan ve evvelce yaşayıp artık sahneyi terk etmiş ama yaptıklarının ceremesini hâlâ memlekete çektiren hemen hemen herkesi, hatta en çok da kendisini ve yoldaşlarını sorumlu tutarcasına konuşmasıydı. Acaba bu eski tüfek, artık başkalarıyla mücadeleden yorulmuş da nerede hata yaptık aşamasına mı gelmişti, yoksa olaylara epeyce dışarıdan bakacak ve böylelikle her şeyi kuşbakışı görerek muharebe meydanındaki bütün faktörleri hesaba katabilecek bir erkânı harp seviyesine ulaşmış olan bir ''halk bilgesi'' mi olmuştu?


     Bir yandan ilgi ve şaşkınlıkla öğretmenini dinleyen, bir yandan da hemen hemen bütün Türk kadınlarının genlerinden tevarüs etmiş bulunan doyurma, besleme, bakma merkezinin oldukça parlak bir örneğini taşımakta olduğunu her türlü hal ve hareketleriyle ispatlayan Zehra öğretmenin sürekli lojistik desteği ile üzeri bir türlü boşalmayan temiz beyaz örtülü masasından (örtüyü kirletmemeye azami dikkat göstererek) yarı otomatik, yarı da sürekli olarak tekrarlanan, ye oğlum!, hadi şundan da alsana gibi pes perdeden ama inatçı uyarılar altında, söz dinleyen bir uslu çocuk edasıyla sürekli tıkınan gencimiz her iki öğretmeninin zihnen ve bedenen açlığını gidermeye azmetmiş gibi görünen davranışlarından pek de rahatsız olmuş gibi değildi, hatta bu halini son derece tabi olarak bile görmekteydi.


     Yine de ağzındakileri yutup da konuşmaya fırsat bulduğu bir anda öğretmenine bir soru daha tevcih etmeyi başarabildi;


     - Hocam dedi, anladığım kadarıyla toplumumuzun içinde bulunduğu durumdan; en yüksek mevkide oturan idarecilerden dağdaki çobana kadar, tabi ki hepsi aynı derecede olmasa da neticede hepimiz sorumluyuz, hatta sorumluluğun bir kısmı da genlerimizi aldığımız atalarımıza ait, bu durumda ortada nerede başladığı bilinmeyen, nerede biteceği de belli olmayan, kısacası bitmeyen bir savaş, veya daha doğrusu kör dövüşü benzeri bir mücadele içinde bize hem büyük görevler düşüyor, hem de insan toplumunu da bir açıdan karınca toplumuna benzetirsek tıpkı bir karınca topluluğunda olduğu gibi insanın içinde yaşadığı toplumda yapıp ettiklerinin toplumun genel akışına ne kadar etki edebileceğini hesaplamaya çalıştığımızda tek bir ferdin payının çok küçük, neredeyse sıfıra yakın, ama bir şekilde de denge durumundaki bir terazinin kefesinin bir tarafına konan gram kadar da her şeyin dengesini bir anda değiştirebilecek kadar önemli olabileceğini görüyoruz, o yüzden de fare sidiğinin değirmen suyuna faydası vardır ata sözünde de anlatıldığı gibi en ufak bir çaba ve katkının da toplumsal hadiselerde hesap edilemeyecek sonuçlara yol açabileceğini anlıyoruz değil mi?,  birey olarak her birimiz ayrı mizaç ve fikirlerde olsak da neticede sosyal hadiselerin nasıl bir yol izleyeceği o toplumdaki teker teker bireylerin davranışlarının toplamına bağlı oluyor, toplumlar da aynen ağaçlardan oluşan bir orman gibi değil mi hocam?, Nazım Hikmet de şiirinde böyle bir benzetme yapmış, fertleri birer ağaç gibi görmüş, onlara tek ve hür olduklarını ama içinde yaşadıkları ormanın bağrında beraberce ve kardeşçe yaşadıklarını, hepsinin bir birine ve ormanın da teker teker hepsine muhtaç olduklarını anlatmış değil mi?. Filozoflar da insanların hayatlarında hangi kişisel ve toplumsal değerleri göz önünde tutarak yaşamaları gerektiği üzerinde düşünüp durmuşlar çağlar boyu, sizin sözlerinizden de insanın her an bu durumunun bilincinde olarak yaşaması, aynı zamanda içinde bulunduğu topluma karşı da ödevlerinin bilincinde ve gereğini yapma çabasında olması gerektiği sonucunu çıkardım. İbni Haldun da insan toplumlarının ve Devletlerin aynen canlı birer organizma gibi olduklarını, onların da her canlı gibi doğup büyüdüklerini ve sonunda da ölümlerinin mukadder olduğunu söylemiş, bu bakımdan İbni Haldun'un sosyolojinin kurucusu olduğunu söyleyenler de var, onu bir Filozof gibi görenler de var, ben de sizin konuşmanızdan çok etkilendim ve ufkum açıldı, sizi öğretmenimden öte bir Bilge olarak görüyorum artık şu an, zaten öğrenciliğimde bütün arkadaşlarımız gibi ben de sizin bir küçük hayranınızdım, ama şu anda tecrübeleriniz ve hayat hakkındaki görüşlerinizi dinledikten sonra artık size bir filozof, bir bilge gözüyle bakmaya başladım, lütfen bu sözlerimi iltifat veya abartılmış bir methetme, yağcılık çabası olarak almayın, zaten sizin böyle bir iltifata hem ihtiyacınız yok hem de böyle sözlere pek değer vermeyeceğinizi de biliyorum, ben çalıştığım gazetede yazı kurulu olarak alınan bir karardan bahsetmek isterim burada, gazetemiz her ne kadar yüksek tirajlı bir yayın değilse de okur kitlemiz entellektüel ve memleket sorunlarına kafa yoran, bunun yanında da düşünsel akımları az veya çok bilen, takip eden insanlardır. Biz de artık eski gazetelerin bir özelliği olarak hafızalarda kalmış olan, okur kitlesini düşünmeye, fikir akımları ve zihin faaliyetleri hakkında hem bilgilendirmeye, hem de bilgilerini tazeleyip ülke ve dünya sorunları hakkında sağlıklı düşünmeyi, sonuca ulaşmayı veya en azından tefekkür etmeye yarayan veya öyle olacağını umduğumuz bir Felsefe, düşünce tarihi, filozoflar ve düşünce akımları gibi konularda bir gazete eki veya en azından sayfası yapmayı planlıyoruz. Bu konuşmalarınız benim zihnimi açtı inanın ve size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum şu an, dedi.


     Gencimizin sözlerini tahtaya kaldırdığı parlak öğrencisinin verdiği cevapları dikkat ve sevgiyle dinleyen bir öğretmen gibi gurur ve keyifle dinleyen Ali Haydar öğretmen, bu sözlere karşı alçakgönüllü bir savaş gazisi edasıyla, cevaben bir şeyler söyleme gereğini duymuştu, ama pek topa girmek istemeyen bir yorgun savaşçı gibi konuşma isteği yoktu o an, yine de o bilgece duruş ve tavrıyla yavaş yavaş konuşmaya başladı;


     - Oğlum! dedi, mutlaka biliyorsun veya duymuşsundur, bizi Alevi olarak dışlayan, küçümseyen, uzak duran sofu, hatta yobaz insanlarımız var ne yazık ki, aslında Sünniler içinde sayı olarak belki çok değiller, ama sesleri çok çıkar, her durumda ayırımcı, düşmanca ve kötü niyetlidir bunlar, ne yazık ki cahil cesareti diyeceğim, pek bir şey de bilmedikleri, bütün bildiklerinin uydurma, kulaktan dolma, iftira ve asılsız sözler olduğundan bile neredeyse haberleri olmadığı halde, sırf bin dört yüz sene evvel olmuş ama etkileri ve kötü yansımaları hâlâ devam eden, insanların hafızasına ekilmiş bu kötülük tohumları en ufak bir fırsat bulunca hemen çiçek açıp insanların zihinlerini zehirlemeye, birbirlerine düşürmeye, hatta kan dökmeye, katliamlara kadar büyük kötülüklere sebep olmaya devam etmektedir. Ne yazık ki bunu da din adına, Allaha iman adına yaptıklarını söyleyecek kadar da şuursuzlaşabilmektedir bu güruh. Biz onların cahiller olduğunu, bilgiyle değil hırs ve öfkeyle hareket ettiklerini, hatta dinlerini bile bilmediklerini, çünkü dinimizin hiç bir zaman savunma dışında insan öldürmeye cevaz vermediğini, fitne dediğimiz bozgunculuğun ve ayrımcılığın İslamda yerinin olmadığını hatta en büyük günahlardan olduğunu bilmekteyiz. Hatta peygamberimizin kurduğu dinin kurallarını en iyi çocukluğundan beri kendisinin büyütüp yetiştirdiği Hazreti Ali'nin bildiğini ve Hazreti Muhammedin de sıklıkla; bana soramadığınız soruları ona sorun, ben ilmin kalesiyim, Ali de kapısıdır, içinizde en bilgilisi odur, ahlakı en temiz olanınız odur, ben öldükten sonra yerime onun halife olmasını isterim dediği halde, daha ölüm döşeğindeyken iktidar kavgalarının başladığını ve peygamberimizin defin işlerini yapan damadı Ali efendimiz bu işlerle meşgulken bir oldu bittiyle Halifenin seçildiğini biliyoruz. Hele bir şekilde Aliden önce halife olmuş olanlar öldükten (öldürüldükten) sonra sıra doğal olarak Ali efendimize gelince, sürekli ona karşı tuzaklar kuran, entrikalar çevirip güç kazanmaya çalışan Muaviye denen bozguncu Ali'nin halifeliğine karşı çıkmış, menfaat sağladığı ve çeşitli vaatlerle kandırdığı adamları ve beslediği cahil kimseleri arkasına alarak halifeliğini tanımamış, savaşmış ve sonuçta Ali efendimizin şehit olmasına sebep olmuş, ondan sonra da iktidarını sağlamlaştırmak için oğulları Hasan ve Hüseyin efendilerimizle de savaşmış, Hüseyin efendimizi de şehit etmiş, ailesini, çocuklarını hata sülalesini bile yok etmeye çalışmış ve ne yazık ki başarılı da olmuş, ama bu haksızlık ve kan dökmeler de islam alemini derinden sarsmış ve mezhep kavgalarının günümüze kadar devam etmesine, sürekli savaş ve kötülükler içinde bocalamasına neden olmuştur. Memleketimizdeki durumları biliyorsun, Atatürk bunları bir şekilde baskıladı, kardeşliğe önem verdi, dinimizin doğru ve öz kaynaklarından öğrenilmesi amacıyla kurumlar kurdu, çok çabalar gösterdi, ama ne yazık ki hem memleketimizde hem de tüm islam dünyasında bu kardeş kavgaları, mezhep savaşları, suikastler, katliamlar bir şekilde devam edip gidiyor. Bütün bunların sebebinin derin cahillik, yobazlık, hoşgörüsüzlük ve iktidar hırsı olduğunu biz aleviler çok iyi biliyoruz ve hep mağdur olan da bizler oluyoruz ne yazık ki. Aslında saf ve temiz müslümanlığın nasıl olduğunu, olması gerektiğini en iyi bizler biliyoruz, ama kaba softalar gibi bağırmadığımız, inancımızı menfaatlerimize alet etmediğimiz, en önemlisi de Muhammed ve Ali efendilerimizin yolu olan dürüstlükten, hoş görüden, yumuşak davranıştan, iyilikten, hoş görüden, iyiliği ve yardımı gizli yapmanın, kötülüğü cahilliği örtüp onunla yumuşaklıkla dostça ve güzellikle savaşmanın, incinsen bile incitmemenin, ikna ederek ve kalplere girerek yollar açmanın önemini bilerek davranıyoruz, ne yazık ki kısa vadede kötülük ve cehalet galip geliyor, ama biliyoruz insanlık tarihinde her zaman iyilik doğruluğun sonunda kazandığını, atalarımızın dediği gibi bizlere doğruluk yakışır, kem âlatla kemâlat olmaz demiş atalarımız, yani yanlış yaklaşım ve kötü davranışlarla iyiliğe varılamaz, eninde sonunda kötü olanın hesabını Allah görür, bizler hesap gününe, ahirete, hiç bir kötülüğün yapanın yanına kâr kalmayacağına inanan insanlarız, sana işte her şeyden önce bunları söylüyorum bizim inancımızı ve yolumuzu özetliyorum ki böylece kişi ve topluluk olarak bizi tanımanızı istiyorum, şimdi gelelim senin giriştiğin işin, yani Felsefenin önemine, bu konuda da fikirlerimi merak ettiğini anladım, kısaca onu da özetleyeyim istersen, dedi.



                                                                         *                           *                            *




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

42- Yılkı

41- Utanç