56- Hatamız

    



     Gencimizin kısa cevabı ve ardından sorduğu soru galiba havada kalmıştı, Ali Haydar öğretmen kendi sorduğu soruya hâlâ cevap aramaktaydı haline bakılırsa. Sanki öğrencisinin cevabı onu tatmin etmemişti, daha doğrusu bu bir cevap gibi bile gelmemişti bu eski tüfek delikanlıya, o başka alemlerdeydi sanki.


     - Yok oğlum, biz hata yaptık, hatta büyük hata yaptık, dedi, kendi kendisine mırıldanır gibi. Öyle ya, bu memlekette yaşı küçük olanların büyüklerine, hele hele öğrencilerin öğretmenlerine; - Hatalısınız, hata yaptınız! bizi yanlış eğittiniz, olacakları bilemediniz ve yenildik işte, oysa size çok güvenmiştik, başımıza gelenlerin çoğu sizin yüzünüzden! deme gibi bir lüksleri yoktu, olamazdı, akla dahi gelemezdi. Zaten bu memlekette kimse hata yapmazdı ki. Hata başkalarına mahsustu. Oysa atalarımız Hatasız kul olmaz! demişlerdi hazır. Ama o hatalı kullar biz değildik, başkalarıydı.


     - Hatamız şu oldu oğlum, dedi, sonra Ali Haydar öğretmen. Biz insanları, daha doğrusu kendimizi tanıyamamışız. İçinden çıktığımız toplumu, insanlarımızı, hatta tüm insanlığı gözümüzde çok büyütmüşüz yüceltmişiz, kişi başkasını da kendisi gibi bilir derler ya, biz de insanları kendimiz gibi bilgili, görgülü, idealist, ama birazcık da saf, naif temiz kalpli, iyi niyetli bilmişiz. Her şey çok kolay olacak, çok güzel olacak diye diye kendimizi kandırmışız. Hele önümüzde başımızda idealist bir önder de olunca dağlar gibi zorlukları aşıveririz sanmışız. Oysa Atamız biz gençlere Cumhuriyeti ve geleceği emanet ederken son derece bilinçli konuşmuş, Gençler! ben bizim nesile güvenmiyorum, ancak size ve sizi yetiştirecek muallimlerinize güveniyorum, bizim neslin zihin yapısını, kaypaklıklarını, hainliklerini, güce tapıp zavallı karşısında zalimleşmelerini, kısacası karakterlerinin zayıflık ve eksikliklerini size altı gün süreyle bizzat okuduğum ve okuttuğum Nutuk'da da anlattım demiş, bazıları Atatürk bu nutku geçmişiyle bir hesaplaşma, kendisini temize çıkarıp bütün başarıyı ve doğru işleri yalnızca kendisine, tüm kötülükleri ve olumsuzlukları da başkalarına yüklemek için yapmıştır diyorlar ama, bence O, Ben bu nutku benden sonraki nesillere yani sizlere bir ders ve hatırlatma, gelecek için bir uyarı olsun diye irad ettim! demek istemiş, ben ancak yıllar sonra, o zamanlara ait anıları, değerlendirmeleri okuduktan ve mesele üzerinde uzun uzun düşündükten sonra bu nutuk verme olayının gerçek nedenini anlayabildim. Şimdi Atamız hakkında konuşmaya başlasam sana günler boyunca anlatabilirim düşüncelerimi, ama bu işler konuşmayla ve dinlemeyle, bir öğretmenin öğrencilerine yaptığı türden klasik ders verme şeklinde olursa kafada kalmaz, sorulara cevaplar eksik kalır, doğru yöntem insanın o zamanları ve o zamanki şartları da dikkate alarak, olan bitenleri kendi aklıyla, mantığıyla, vicdan ve adalet duygusuyla değerlendirmesi, kısaca olayları ve nedenlerini zihninde hazmetmesi yöntemidir, ancak o zaman bu konuda bir fikir sahibi olunabilir, o yüzden Fahrettin oğlum; olan bitenlerde, bugün geldiğimiz noktada kesinlikle bizim hatamız, payımız var, kimse kendini kandırmasın, iğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı da korkmadan kendimize batıralım, Evet! biz çok hata ettik. En başta on sene gibi kısacık bir zamanda memleketi dikensiz gül bahçesine çevireceğimizi hatta çevirdiğimizi sandık, olacak şey mi? Padişahın adamlarını, işbirlikçileri, hainleri susturunca ve bunlardan başkaldıran veya kaldırması muhtemel bir kaç önde gidenlerini de ortadan kaldırınca herkes korkar ve itaat eder sandık, oysa onların en zekileri her zaman kendilerini gizlediler hatta idareye yanaşıp, sonra da gücü ellerine geçirip bizden bile devrimci oluverdiler hemen, bu insanların belirgin özelliği ve en iyi becerdikleri rolleri olan yağcılık, yalancılık ve döneklik yetenekleriyle, biraz da o zamanların okumuş yazmış ve ağzı biraz laf yapan adam kıtlığı yüzünden el mecbur bu iki yüzlü tiplere muhtaç kaldı Atamız ne yazık ki. Her insanda olan pohpohlanma, el üstünde tutulma, hatta insanüstü melekelerle donatılmış olduğunu başkalarından duyma isteği Atamızı da etkiledi ister istemez, bunların en iyi yaptıkları iş bu zaten, Atamız da neticede bir insan, zaafları olabilir, zorlu ve çileli bir mücadele sonrası gelen zaferin tadını birazcık çıkarmak istemiş olabilir, ama o bunu bile gizli toplantılarda halkından uzak yerlerde değil, eğlenilecekse bile herkesin arasında ve hep birlikte yapmak istedi, ne yazık ki bazen eğlencede ileri bile gidildi yine bu yiyiciler ve yardakçılar yüzünden, halkın çok büyük kısmı fakirlik içinde, kronik hastalıklarla hatta açlıkla boğuşurken, bu kan emiciler tarafından her şey güllük gülistanlıkmışçasına düzenlenen eğlenceler, kutlamalar, gösterişli balolar, kadınlı erkekli güzel kıyafetler içinde müzikli danslı toplantılar, ziyafetler yapıldı, bu vicdansızlar ve yardakçılar yavaş yavaş halktan uzaklaştırdılar atamızı, O yine de fırsat buldukça halkın arasına karışmayı, vatandaşlarıyla birlikte olmayı, plajlarda halkıyla birlikte denize girmeyi, yanına gelen herkesle fotoğraf çektirmeyi, arada bir eski sadık dostlarını arayıp sohbet etmeyi istedi, ama hemen etrafını saran devlet ricali Atamıza; aman efendim hayatınız tehlikede! her tarafta suikastçılar var, güvenliği artırmamız lazım falan gibi yalanlarla onu halktan uzaklaştırdılar yavaş yavaş, neticede onu saraydan çıkmayan, yalnızca etrafındaki belli sayıda kişiyle görüşebilen yalnız bir adam haline getirdiler ne yazık ki. Zaten sağlık problemleri hep vardı, adamcağızı kollayacak ve üstüne titreyecek yerde, tersine sağlığını bozacak ne varsa yapmayı marifet bildiler, hayatını kısaltmak için neredeyse ellerinden geleni yaptılar, karısı Latife hanım bile kurtaramadı o insanlardan kocasını, halbuki çok değil bir onbeş yirmi sene daha yaşayabilseydi keşke, ülke olarak bugünkü durumumuzdan çok çok ileride olurduk eminim oğlum, dedi. Son sözlerini söylerken sesi titrekleşmiş, gözleri yaşarmış, o anda sanki çocukluğundaki masum ve yetim halini almıştı. Gencimiz de duygulanmıştı o anda, bir süre sessizlik hakim oldu ortama, yalnızca kuş sesleri ve rüzgar sesi duyuluyordu, ama sanki onlar da Vivaldi'nin mevsimler konçertosunun kış bölümünü dinleyen insanlara sinen hüzne benzer bir hissiyat altındaymış gibiydiler, ötüşleri sanki daha  mahzun, daha boğuktu.


     Bu hüzünlü sessizlik esnasında masanın etrafındaki iki yaralı yürek de kendi iç dünyalarına dalmışlardı sanki, birisi geçmişini irdeliyor, neden işlerin beklendiği -ümit edildiği- gibi sonuçlanamadığını, bu başarısızlıkta kendi -mikroskopik ölçekte de olsa- payının ne olduğunu, nasıl yapılsaydı da bu günlere gelinmeseydi gibi maddeleri zihninde peş peşe sıralıyor, ama işin içinden bir türlü sıyrılamıyor, pişmanlık ve kızgınlık, ama bunlardan daha çok da karamsar bir üzüntü duyuyor, kabahati altın tepside sunmuşlar da yine de kimse almamış atasözü gereği herkesin suçu birbirinin üzerine attığı bu zamanlarda O, yüce gönlüyle sanki bütün sorumluluk ve suç onunmuş gibi yeise kapılıyordu, aynı anda, genç ve toy olan öteki ise, tamamen bambaşka düşünceler içinde, daha önündeki uzun, kıvrımlı ve sarp yolları göremeden işlerin zorluğunu hissetmiş vaziyette, bırak toplumun halini ve geleceğini, kendi küçük dünyası ve daha yeşeremeden kırağı düşmüş bir çiçek gibi örselenmiş olan karşılıksız aşkının derdiyle kendisini yiyip bitiriyordu. Şu anda utanmasa öğretmenine; - Hocam sizin evde şu meşhur boğma rakıdan mutlaka vardır, şu an tam zamanı, iki kadeh içsek ne güzel olur, sızlayan yüreğimize, dertlerimize en güzel ilaç o olur vallahi! diyecekti neredeyse. Ama tabi ki böyle bir densizliği yapacak biri değildi.


     Sonra yine de aklıselime ilk dönen gencimiz oldu ve hocasına biraz da şeytanın avukatlığına soyunan bir soruyla hem onu biraz sarsarak ve kışkırtarak kendisine getirmek, hem de konuyu yeni bir mecraya dökmek amacıyla;


     - Hocam, dedi, doğru bir sonuca gitmekte sorulacak soruların değeri çok önemlidir biliyorsunuz, benim aklıma şöyle bir soru geliyor; acaba o zamanlar memlekette yeni yönetimi kuran büyüklerimiz bazı konularda neden tedbirli olmadılar, mesela cumhuriyet denen kavram neredeyse kimseler tarafından duyulmamış bilinmemiş ve bu topraklarda belki de ancak bir avuç kişinin ideali olarak kafalarda bir düşünce iken ve üstelik bu milletin üzerinde hüküm süren monarşi yani bizdeki adıyla padişahlık yönetimi asırlardan beri neredeyse genlerimize işlemişken, bu eskimiş ve köhneleşmiş  yönetimden -o zamanki bir çok dünya ülkeleri için bile çok ileride görülen bir hayal olan- kısaca halkın kendi iradesiyle, kendisini, seçtiği kişiler aracılığıyla idare etmesi demek olan cumhuriyet rejimine geçmenin öyle bir gece vakti mecliste çıkarılan bir kanunla kolayca mümkün olacağını nasıl düşündüler acaba?, üstelik zaten memlekette sayıları bir hayli az olan fikir adamlarının rahatlarını bırakıp gelmeye bile tenezzül etmediği Ankara gibi, o devirlerde yazın tozdan topraktan, kışın kardan çamurdan sokaklarında bile yürünmesi zor, sıtmadan trahomdan veremden geçilmeyen bu Anadolu bozkırındaki şehirde, üstelik bırakın devrim yapmanın zorluğunu hatta imkansızlığını, böyle bir teşebbüsün çılgınlık olacağı fikri herkesin zihnindeyken, bu yapılanların çok hayali, afaki, hatta kızmazsanız çok safça bir eylem olacağı düşünülmedi mi acaba?. Tamam düşmanı yenmişiz, ama neredeyse hiç bir şeyimiz kalmamış, ne elde var ne avuçta var, üstelik Lozan'da yedi düvelle masa başında didişmeler hâlâ devam ediyor, bütün bunlara rağmen bu kadar derdin arasında reformlar, hatta devrimler nasıl yapılıyor, bunların kolayca kabul göreceği, halka mal olacağı konusunda neye güveniliyor?, haydi yapılanların hepsini doğru bulalım, hepsini kabul edelim, bu yapılanlara muhalif olanlar nasıl ikna edilecek, ikna olmayanlar nasıl susturulacak, halk zaten bitik vaziyette, yiyecek ekmeği yok neredeyse, elde var bir yorgun ordu, bir de kırık dökük, yolları bile olmayan, morali bozuk bitkin bir memleket, evet, Kurtuluş harbini kazanmanın haklı gururu içinde tüm halkımız o zamanlar, ama daha hemen savaşın ertesinde hatta savaş daha tam olarak bitmemişken  bu yapılan devrimlerin mutlaka düşmanları olacağını düşünmediler mi büyüklerimiz acaba?, yapılan inkılapları kolayca herkesin kabul edivereceğini sanarak acaba büyüklerimiz çıkacak zorlukları çok mu hafife almışlar?. Tamam, ata sözümüzde de denildiği gibi Türkün kervanı yolda düzülür, kimse yola çıkarken her şeye planlı, heybesi imkanlarla dolu, karnı tok olarak başlamıyor, ama bu kadar da gözüpek ve cesur olmak her şeyi kısa bir zaman içinde başarabileceğini düşünmek de bana biraz hayalperestlik gibi geliyor. Tamam, sonunda gördük ki neredeyse on sene içinde muazzam bir başarı elde edildi öyle veya böyle, ama öte yandan bu yapılanların göstermelik ve adeta kağıt üstünde kalmış üst yapı devrimleri olarak kalma ihtimali de çok büyüktü, çünkü iç ve dış düşmanlar, yani Atatürk'ün ifadesiyle Dahili ve Harici bedhahlar, en ufak bir fırsatta başkaldırmak ve kazanılmış hakları, bin bir zahmetle ortaya çıkarılmış kurumları yıkmak, devrimleri ortadan kaldırmak için fırsat kolluyorlardı, yiğidi öldür ama hakkını yeme demişler, burada o müthiş zekası ve becerisiyle Atamız, dış ülkelerle ilişkileri büyük bir maharetle yürüterek kendisini ve devletinin rejimini  - başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere bazı büyük ülkeler dışında-  hemen hemen herkese kabul ettirmiş, ama gel gelelim içerdeki küskünler, kızgınlar hatta hainler, galiba biraz hafife alınmış, gerçi rejime en büyük tehlikenin ulemadan ve onların aldattığı saf halkımızdan geleceği hesaplanmış, bu yüzden halkımızı aydınlatmak amacıyla ve devlet tarafından dinimizi halka daha iyi anlatmak ve milleti rejime ısındırmak gayesiyle Diyanet işleri başkanlığı kurulmuş, rejimi destekleyen ulema takımına saygı gösterilmiş, dinimize ve mabetlere dokunulmayacağı, inançlara saygı duyulduğu söylenmiş, hatta dinimizin ne kadar değerli olduğundan halka her fırsatta sıklıkla bahsedilmiş, kısacası halkımızın ılımlı bir islam toplumu olması istenmiş, bu arada yeri gelmişken şunu da söyleyeyim hocam; günümüzde de ılımlı islam, büyük ortadoğu projesi, dinler arası diyalog gibi çalışmaları bizim ezeli düşmanlarımız, hem medeni alemin önde gelen ülkeleri hem de emperyalist olan ülkeler, kısacası o zamanların Garp toplumları dediğimiz ve seviyelerine çıkmak istediğimiz, demokraside ve toplumsal hayatta ileri gitmiş ülkeler bugün de halen bu fikri maddeten ve manen desteklemeye ve hayata geçirmeye çalışıyorlar, biz yine konumuza dönersek; din konusu en önemli bir mesele olarak sürekli yöneticilerimizi meşgul etmiş, yapılan devrimlerin, batılılaşma çabalarının önündeki muhtemel en büyük engelin dini taassub ve yobazlık olduğu hep akılda tutulmuştur. Demek ki dini görüşlerin eğer kötü niyetli insanların, toplum düşmanlarının eline geçerse ülkelerin başına nasıl bir bela olacağını tarihi bilenler -hemen hemen bütün ülkeler bu kavgaları bizzat yaşadıkları için- çok iyi biliyorlar. Gerçi sadece din demeyelim, ideolojiler de, -hele dar bir kadronun eline düşünce- Komünizm, Faşizm, Nasyonal Sosyalizm gibi neredeyse çağımızda birer din mertebesine çıkarılan totaliter öğretiler de çok büyük kitlesel katliamlara, iç savaşlara, hatta dünya savaşlarına yol açmışlar, ama bizim örneğimizde bu ideolojiler o devirlerde henüz o kadar güç kazanamadıkları için ihmal edilebilir bulunmuş galiba, netice olarak o zamanki kurucularımızın yine de eldeki bu geniş ve cahil kitleleri uyarmak, bilinçlendirmek, kısacası zaptu rapt altına almak için yaptıkları yeterli olmuş mu dersek, gördüğümüz kadarıyla yeterli olamamış hocam, o halde büyüklerimiz neleri eksik yapmışlar sizce?. Mesela bu cahil ve bilinçsiz kitleleri idareden ve toplumdan dışlamak ve sürekli aşağılamak yerine o kalabalık ama dilsiz, derdini anlatmaktan aciz, yalnızca duyguları ve öfkeleriyle hareket eden ve bu yüzden de tahriklere kolayca kapılıveren bu insanlara, biraz empati yaparak, onların arzularını, duygularını, hayallerini anlamaya çalışmak, yumuşaklıkla ve sevecenlikle yaklaşarak yeni topluma kazanmaya çalışmak, üzerlerine korkutarak ve tehditle değil de sevgi ve samimiyetle gitmek, kısacası seviyelerine inmek, haleti ruhiyelerini hissetmeye çalışmak daha iyi olmaz mıydı acaba?. Üstelik Atamız halkıyla çok iyi ilişkiler kurabilen, onların nabzını tutabilen, içlerine girip onların bir ferdi gibi hareket edebilen bir karaktere sahipken, tüm idare aygıtı olarak bunu neden becerememişiz? Bana bunları düşündüren yakın tarihimize ait belgeleri okuduğumda ve hatıralarını yazanların eserlerini incelediğimde hemen dikkatimi çeken, toplum içindeki sürekli ortaya çıkan huzursuzluklar, kalkışmalar, hatta isyanlar, sürekli yönetimi meşgul etmiş olması, peki bütün bunların sebeplerinin neler olduğu, huzursuzluğun kaynakları nelerdir gibi sorular neden o zamanlardaki yöneticilerin ilgisini ve dikkatini çekmemiş?, siz o devirleri de, en azından çocukluğunuzda olsa da, yaşamış, gözlemlemiş bir kişisiniz, sizce gerçekten halkla yöneticiler arasında bir iletişimsizlik, bir diyalog sorunu var mıydı?, dedi..





                                                                       *                        *                         *









Yorumlar

  1. Aslında bence Türk toplumunda ciddi bir "baba eksikliği" var. Bu da sosyopolitik yaşamımıza yansıyor ister istemez.. Seçtiğimiz liderlerde hep bu "babalık", "bizi kurtaran tek adam"lık oluyor. Üstelik bu babalar da genelde otoriter, sevgisini pek gösteremeyen, gösterse gösterse ileriye yönelik "sana güveniyorum, senden umutluyum" gibi sözel motivasyonlarla gösterebilen, genelde kendiside bu nedenle yalnız, biraz küskün, melankolik tipler.. Atatürk de böyleydi, otoriter, salon adamı, ama içten içe yazık insan evladı ve yalnız... İdealizm ne yazıkki 2010larla birlikte adım adım geriledi ve bence öldü. Gerçeküstücülük dönemi, yalanın meşrulaştırılması ve genel kayıtsızlıkla da birleşince, eskinin bize (biz son nesiliz maalesef) öğrettiği değerler, doğru ve ahlaki davranışın insanın kendi içinde olması gerçeği, hatta felsefe yani dediğin gibi "yaşama sanatı" da geçerliğini yitirdi.. Şimdi herkes gösterme ve görünme telaşında. Bir tür "kabul edilme ihtiyacı" ve bence çok derinde yatan sevgi eksikliği ve güvenli bağlanma eksikliği bunlar.. Sosyo politik anlamda da "devlete güvenemeyen, devlete bağlanamayan" oluşumuzun nedeni bu. Demokraside vatandaş devlete tüm kurumları (adalet, yargı, basın gibi) güvenir, bizimki gibi adı cumhuriyet ama kendi otokrasi olan rejimlerde ise, vatandaş en tepedeki "baba figürü"ne tuhaf bir "korku ve hayranlık" ile düşünmeden bağlıdır. Zaten düşünmeye başlandığı anda işlerin karışacağı da bilindiği için padişahımız ya da otoriter baba figürü, çok da "düşünmeye" fırsat bırakmaz, katı ve aşamayacağımıza inandığımız duvarlar arasında yaşar gideriz. Atatürk'ün çağının çok ötesinde ınkılapları var, ben de hayret ediyorum nasıl bunları o gün başarabilmiş ve bir 10 senecik daha yaşasaymış, ben de inanıyorum şu an daha sağlam bir temelde olacaktık ama her "tek adam" ya da "yalnız ve üzgün lider"de olduğu gibi, askeri zeka sosyal zekayla eşit değil, sanıyor ki asker gibi itaat edilecek kurallar aynen devam edecek... Ama insan işte, hele ki çocuk toplumsa bu, baba gittiği anda, neler olacağı açık.....
    Şimdi de bir baba var başımızda ama baş belası, zorba bir baba.... Sindik kaldık.. Belki bir "ergenlik dönemi"ne çıkabilirsek işte, isyan edebilirsek, bakalım.. Ya dayağı yiyip oturacağız yine, ya da bu sefer baba "ahaaa büyümüş bu, boyu boyuma gelmiş artık höt dedim mi oturmuyor" diyip geri adım atacak.. BU tamamen bizim toplum olarak hala çocuk mu yoksa yavaş yavaş ergen mi olduğumuza bağlı.... İzliyorum ben de (toplumun ortayaşlı ama ruhen gayet yaşlı bir bireyi olarak)....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu toplum üyelerini çabuk yaşlandırıyor :( ama bundan kurtulmak da mümkün, bence bunun ilk şartı da her şeyin, hele de iyi şeylerin toplumda kolay kolay oluvermeyeceğini anlamak, biz aceleci ve çabuk sonuç almaya çalışan, kolaycacık da morali bozulan insanlar olarak -bence tüm insanlar biraz böyle, ama bizim coğrafyada özellikle her şey ters gittiği için biraz da onun sıkıntısıyla biz daha çabuk pes ediyoruz- daha sakin ve sabırlı olmalıyız ve amiyane tabirle çok da kafaya takmamalı, oyalanacak, eğlenecek fırsatları kaçırmamalıyız. Bu bakımdan daha bir kaç gün önce dünya günlerini kutladığımız Romanlar -eski adıyla çingeneler- in hayat felsefesi çok doğru geliyor bana, Hindistan ve benzeri ülkelerdeki insanlar da benzeri düşüncedeler, işin ilginç tarafı da mutluluk sıralamalarında bu insanlar daha üstteler daha yukarıda olmasını beklediğimiz ülkelere göre, onlardan öğreneceğimiz çok şey var kısacası.
      Felsefenin, ahlâk ve idealizmin değerini kaybettiğine inanmıyorum, tersi insanlığın yok oluşu demektir, ve bunu da kimse istemez, yeni bir anlayış ve Felsefe doğar o başka, ama o da eskilerin üzerinde inşa edilir, onları inkâr ve imha etmez. En azından ben öyle düşünüyorum, çünkü aklıselim bunu gerektirir.
      Babalık meselesi konusuna da katılıyorum, ama insanlığın bir baba, daha doğrusu bir otorite ihtiyacı var, bu çoğu zaman Allah baba, bazen de otoriter ve koruyucu devlet baba, çekirdek ailede de kukla baba :), anneler bile babanın gerekliliğine inanıyor ve yaramaz çocukları akşam babanıza söylerim diye korkutuyor, babalar da biraz bunun gereği sert roller yapıyor, o yüzden de sevilenden çok korkulan figür olarak mağdur oluyorlar ;)

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

41- Utanç

42- Yılkı