Kandilkaya-1




   Temmuz ayının başlarında olsa da sanki yılın en sıcak günlerinden biriydi ve günün de en sıcak zamanı olan bir öğleden sonrasıydı.. Bağın, üzümler ve yıllanmış kocaman ağaçlardan oluşan yeşil ve serin gölgelikleri artık gerilerde kalmış, önünde dik bir yokuş başlamıştı.. yorgun dizleri şimdi bir kayalık dağı tırmanıyordu.. neydi onu buraya bu saatte getiren, şu an pek düşünmüyordu.. etraftaki bembeyaz koca taşların üzeri karayosunları ve likenlerle kaplıydı.. kayaların arasında kalmış küçücük toprak parçaları üzerine tutunmuş, ama şu an ilkbaharın çok uzaklarda kalması nedeniyle artık bir diken yumağı haline gelmiş, başka yerlerde de pek görülmeyen cinste ölü bitkiler dışında göze pek bir şey çarpmıyordu.. canlı olarak o koca boşlukta bir kendisi vardı adeta.. sanki bir astronot gibi şu an ay üzerinde yürüdüğünü düşündü.. ne bir ses, ne bir nefes, çıt çıkmıyordu etrafta.. zirveye üçyüz metre kadar bir yol var gibi görünüyordu.. güneş tüm hırsıyla kayaların ve ensesinin üzerine abanmıştı.. sıcak ve gözleri kamaştıracak derecede parlaktı her şey..


   Amacı; şehirden bakılınca bu bembeyaz ve heybetli görülen ve halk arasında Kandilkaya adı verilen dağın tepesinde hafif yana doğru yatmış, o bölgede benzeri hiç olmayan, yapayalnız ve tek başına yaşayan o koca ve yaşlı meşe ağacını (en az beş yüz senelik bir ağaçtı bu) ve yine onun dibinde yatan ve uzaktan o kocaman beyaz dağın üzerine konmuş küçük bir Nuh'un gemisi gibi görünen Kandil Dede'nin mezarını yakından bir defa daha görmek (neden Kandil Dede denirdi tam bir fikri yoktu, ama bazı geceler şehirden o mezarın bulunduğu yerden geldiği düşünülen bazı ışıklar göründüğü için olsa gerek; büyük ihtimalle çobanların ısınmak için yaktıkları ateşten olsa gerekti bu ışıklar, ama halk ermiş kişi diye düşündüğü için dedenin mezarından doğrudan veya orada yanan kandillerden geldiğine inanırdı bu ışığın, ya da böyle olmasını daha çok tercih ederdi büyük olasılıkla, çünki hemen her zaman rüzgarlı olan bu tepede değil mum veya kandil yakmak, ateş yakmak veya sigara için bir kibrit bile çakmak çok zor bir şeydi), Dede ve kendi ailesinden  ölmüşleri için bir fatiha okuduktan sonra, burada hiç eksik olmayan, o hep özlediği rüzgârı son gücüne kadar içine çekerek uzakta bu yaz sıcağının altında serilmiş yatan şehrini seyretmek, kışın sıcak bir sobanın üzerinde görülen ısı ve ışık oyunlarının benzerini bu kez şimdi uzakta güneşin altında cayır cayır yanan şehrinin üzerinde titreşirken görmek, daha sonra da mezarın şehirden görülmeyen öteki tarafına dönerek, halkın Melek Gazi düzlüğü dediği, ama aslında neredeyse Sultan Alparslan'dan hemen birkaç on yıl sonra Melik Gazi'nin Bizans ordusu ile savaştığı bu harp alanını seyretmekti.. halkın melek gazi olarak değiştirdiği bu isim ona daha sevimli geliyordu şimdi.. öyle ya, burada atalarımız şehit veya gazi olmuşlar, yani neticede hepsi birer melek olmuşlardı.. bu geniş düzlükte şu an ekin tarlaları vardı ve başaklar rüzgarda nazlı nazlı sallanarak sanki bir sarı yeşil deniz gibi görünüyordu göze, ama o bu denizi seyrederken, aslında neredeyse bin sene önce yaşanmış olan ve onbinlerce insanın kılıç, kalkan, ok ve yaydan ibaret silahları ve atlarıyla nasıl birbirlerinin içine korkusuzca ve Allah! Allah! nidalarıyla dalarak, sonra da bir kaç dakika içinde kanları fışkırarak nasıl toprağa düştüklerini hayal etmek istiyordu.. o savaşçıların  sanki hırslı ve heyecanlı bir oyun oynuyormuş gibi yaşadıkları bu kavganın sonunda da tüm enerjileriyle birlikte içlerinde kalmış tüm intikam duygularını ve kinlerini de akıttıkları kanlarıyla nasıl hırsla toprağa boşalttıklarını, bu amansız dalaşmanın sonunda da yorgunluk ve bir nevi rahatlık içinde yıkılırcasına nasıl yere düştüklerini, artık yerde birbirlerinin üstünde yatanların  hepsinin de şimdi artık birer can düşmanı değil, sadece biraz önce oyun oynayan birer arkadaş, hatta kardeşler gibi birbirlerinin üzerinde veya yanında, oyunun artık sona ermesiyle birlikte nasıl tatlı bir yorgunlukla, üst üste veya kucak kucağa uzanıverdiklerini, son nefeslerini bu masmavi gökyüzüne bakarak nasıl verdiklerini hayalinde canlandırmak istiyordu.. belki de şu an bu tarlalardaki başaklarda ve aralarındaki kıpkızıl gelinciklerde o insanların kanlarından gelen renkler ve izler vardı kim bilir.. Şairin o muhteşem dizeleri geldi aklına;

                     Atlılar, atlılar, kızıl atlılar,

                    Atları rüzgâr kanatlılar!

                    Atları rüzgâr kanat...

                    Atları rüzgâr...

                    Atları...

                    At...

                    Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat..


   Birden bir su şırıltısı duydu.. o kocaman kayaların arasında uzaktan kolayca fark edilemeyen bir kovuktan geliyordu bu su sesi.. sonra hemen hatırladı o yeri.. çocukluğunda, yaşı biraz bu gibi yerlere tırmanacak kadar olduğunda, o da çıkmıştı buralara.. bağda oturmaktan canları sıkılan büyükler ara sıra bu kayalığa tırmanırlardı.. o zamanlar, bu su başında biraz durulur, su içilir ve dinlenilir, sonra da zirveye çıkılırdı.. hatta onunla beraber ilk çıktıklarında o, bu yaşlı meşe ağacının altındaki mezara benzer kalıntıyı görünce, mezarın boyunun neredeyse on metreye yaklaştığını fark ederek, burada çok uzun bir adam yatıyor galiba demiş ve herkesi güldürmüştü.. tabi o zamanlar halkın ermiş veya evliya bildiği ve saygı duyduğu insanların kabirlerini böyle upuzun yaptıklarını bilmiyordu.. yorgun ayakları hem o eski anıları yaşamak hem de biraz su içip soluklanmak için pınara doğru ilerledi.. pınar, o koca dağın gövdesinden doğrudan çıkan buz gibi bir suyun aktığı taştan oyma bir ağız ve akan suların toplandığı yine sadece taşlardan yapılmış bir küçük havuzcuktan ibaretti.. havuzu dolduran sular oradaki bir küçük savaktan dışarı sessizce akıyor ve kıvrıla kıvrıla aşağıdaki dere ile birleşmek için gözden kayboluyorlardı..


   Eğildi ve pınardan akan suya elini uzattı.. uzatmasıyla çekmesi de bir oldu.. su ne kadar soğuktu.. bu, güneş altında adeta kavrulan kıraç taşlıkta, hem de bu sıcakta, o koca kayalığın bağrından neredeyse bir dondurucudan çıkmış gibi akan buz gibi soğuk su nasıl bir çelişkiydi.. bu defa iki elini birden suya tuttu, soğuğa biraz daha alıştıktan sonra bir avuç su alarak ağzına götürdü ve neredeyse dişleri sızlayarak bir kaç yudum suyu büyük bir hasretle içti.. sonra tekrar ellerini yıkadı ve elinde kalan suları başına, oradan da ensesine kadar dökerek ıslattı.. boynundan sırtına doğru bir kaç damla suyun inişini biraz da ürpererek hissetti.. biraz oturarak soluklanayım, sonra zirve yolu, diye düşünerek suyun başındaki uygun bir yere ilişti..


   Gözünün önünde bir TV ekranı görüntüsü canlandı.. nedense görüntü siyah beyazdı ve dağlık kayalık bomboş bir yerleri gösteriyordu.. şu an oturduğu yerlere ve çıplak bir kayalığa çok benziyordu görüntü.. vakit akşam gibiydi veya alacakaranlık bir görüntü vardı ekranda.. daha sonra bu görüntü üzerinde beyaz bir artı işareti belirdi.. işaret biraz titrek ve çekine çekine bir yerleri arar gibi ortalarda bir yere doğru geldi ve orada durdu.. hemen birkaç saniye içinde tepeden hızla bir şey bu artı işaretinin üzerine düştü ve düştüğü yerden büyük bir beyaz duman ve bulut yükseldi.. bu bulutun içinden de çeşitli büyüklükte, kaya gibi veya başka sert bir şeyler hızla etrafa saçıldı.. videoda ses olmadığı halde orada bir patlama olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu.. ekranda aynı görüntü peş peşe tekrardan gösteriliyordu şimdi.. o esnada da spiker biraz monoton ve umursamaz bir halde; gri, kırmızı veya turuncu, ya da başka renkte bir kategoride kayıtlı bir kaç teröristin etkisiz hale getirildiğini anlatıyordu.. görüntü renkli olsaydı acaba bu fırlayan şeyler sarı, kırmızı, turuncu veya başka renklerde olur muydu diye düşündü o an...


   Aniden her şeyin yavaşladığını hissetti.. su şırıltısı durmuş, bir başka ses halini almıştı, akan suya baktı, sanki kavanozdan balın akması gibi yavaş akıyordu su da şimdi.. her şey bir anda durmuş ya da yavaşlamış gibiydi.. garip bir durumdu bu.. o an aklına çocukluğunda küçük kardeşiyle evde dededen kalma gramofonla oynadıkları zamanlar geldi.. gözlerinin önünde sanki o anı yaşıyordu şimdi de.. alışkın hareketlerle gramofonu açtı.. bir taş plağı dönen tablaya yerleştirdi.. yandaki kurma kolunu çevirerek içerideki zembereğin iyice gerilmesini sağladı.. kol artık daha fazla dönmüyordu.. bütün gücü zemberekteydi şimdi.. diyaframın olduğu kafa kısmını kaldırdı ve iğne kutusundan yeni bir gramofon iğnesi çıkarıp yerine yerleştirip sabitledi.. diski tutan fren mandalını gevşetti.. şimdi plak hızla dönüyordu.. iğneyi dikkatle plağın üzerine koydu.. şimdi kafa plağın üzerinde dans etmeye başlamıştı ve gramofonun borusundan fıkırdak bir kadın sesi oynak bir şarkıya başlamıştı.. sazlar da bir başka heyecan ve acele içinde çalıyordu şarkıyı sanki.. o an küçük kardeş her zaman yaptığı şeyi yaptı yine.. uzandı yan tarafta bulunan hız göstergesine ve 78 devirde duran ibreyi 45 devire getirdi.. kadın birden yavaşladı ve sesi kalınlaştı, sazlar da daha ağırbaşlı ve düşüne düşüne çalmaya başladılar.. kardeşi az sonra bu sefer ibreyi 33 devire getirdi.. artık kadın sesi erkek sesinden de kalın ve ağlamaklı bir hale gelmişti.. sazlar da ne çaldıkları belirsiz mırıldanıp duruyorlardı sanki.. ikisi de daha fazla dayanamayıp makaraları koyverdiler, neşe içinde kahkahalar atıyorlardı şimdi.. yeniden yaşadığı ana döndü sonra.. ama durum aynen böyleydi halen burada, bu anda.. her şey yavaşlamıştı, hatta durmak üzereydi.. zemberekteki saklı güç tükenmişti galiba...


   Sonra daha garip bir şey oldu.. kendisini yere uzanmış halde buldu.. sağ gözünün dış kenarından sıcak bir damla yanağından hızla aşağı indi.. dudaklarına da bir gülümseme hali geldiğini hissetti.. bir karasinek yavaş yavaş, sanki suda yüzer gibi uçarak yanaştı ve gözünün yanına kondu.. bu sıcakta susamış ve tuz ihtiyacı duymuş olacak ki, yavaş hareketlerle gözünden akan yaşı emmeye başladı.. sineği kovalamak istedi.. ama o da ne; ne elini ne de kolunu hissedemiyordu.. neredeydi eli acaba.. bunu düşünürken bu defa gözü gökyüzüne ilişti.. artık gökteki masmavi renk kaybolmuş, güneş çekilip gitmiş, sanki birden akşam oluvermişti.. hatta bir iki yıldız bile vardı gökyüzünde.. daha ilginci, bunlar o kadar yakındı ki, neredeyse ellerinizle tutacakmışsınız gibiydiler.. bir daha denedi, elleriyle yıldızları tutmak için kendisini yokladı, yok, hiç bir şey hissetmiyordu artık.. şimdi üzerine uzanıp seriliverdiği toprağın onu, bir anne sıcaklığı ve şefkatiyle, -nasıl yaşlı bir anne dünyaya gönderdikten nice zaman sonra uzaklardan veya gurbetten yanına dönen yavrusunu, hasretle bağrına basarak sarıp sarmalarsa aynı şekilde- şimdi toprağın da onu şefkatle koklayarak, kucağına, hatta kendi içine çektiğini hissediyordu sanki.. işin garibi o da çok uzun zamandan beri unuttuğu bu anne sıcaklığını ve kokusunu alıyor gibiydi şimdi.. bahçeden arkadaşlarıyla tutuştuğu kavgalı ve heyecanlı zorlu bir oyundan sonra üstü başı çamur ve pislik içinde eve dönen, artık bütün hırs, enerji ve isteklerini boşaltıp atmış ve rahatlamış bir evladın, üstündeki başındakileri oraya buraya atarak annesine çırılçıplak koşması gibi bir his ve anneye sarılıp rahatlamanın iştiyakı içindeydi sanki.. bu halinden de çok hoşnut olsa gerek, yüzündeki gülümseme hissi iyice belirgin hale gelmişti.. ama yine de henüz ortalıkta neler olup bittiğini tam anlayamamıştı..


   Yavaş yavaş anlamaya başladı neden sonra olan biteni..  galiba... dedi...


   Ben öldüm galiba...


   Anne! ....


   Evet.



 

                                                         *             *              *

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke