Kandilkaya-5

 


    Elektriklerin geldiğini ancak ekrandaki görüntülerin harekete geçmesiyle anlamıştı.. ışık onu derin düşüncelerinden uzaklaştırmıştı şimdi.. merakla perdeye bakmaya, neler olduğunu izlemeye başladı.. bir yandan da düşünüyordu tabi, birden düşüncenin de bir zaman fonksiyonu olduğunu anladı.. tıpkı hayat gibi zaman ilerledikçe düşünce dizileri de ilerliyordu, gerçi sık sık eski anılar, oradan başka ağaç dallarına atlamalar, tamamen farklı yönlere uzanmalar.. ama hepsi an'lar geçtikçe ilerliyordu.. tıpkı perdedeki hareketler gibi.. ''Cogito ergo sum/Düşünüyorum öyleyse varım''.. Descartes böyle söylemişti.. düşünmek de zaman içinde gelişen bir şeydi.. zaman her şeyin belirleyicisiydi demek.. zaman ilerledikçe anlıyor ve farkına varıyorduk her şeyin, kendimizin bile.. zaman hız kavramını da çağrıştırıyordu ister istemez.. öyle ya, zaman da belli bir hızla akıp gidiyordu.. ama biz bunun farkına pek varamıyorduk.. tıpkı rayların üzerinde hızla giden trende seyahat eden bir yolcu ne kadar hızla gittiğinin farkına varamazsa öyle.. dışarıdan gözleyene göre o hızla geçip gidiyordu mekanda, ama o bunun farkında değildi.. trenin yokuşlarda yavaşlaması, inişlerde hızlanması gibi zaman da hızı azalıp artabilen bir şeydi.. başka bir noktaya göre hızın farklı farklı ölçülmesi gibi.. tren içinde en arkalardan öne doğru yürüyen bir yolcu sanki dışarıdan bakan birine göre daha hızlanmış gibi görülürse de yürüyen yolcunun kendisi sadece kendi hızını hissedebilirdi.. dünyamız da evrende belli bir yolda akıp gitmiyor muydu.. onun da belli bir hızı vardı, ama dünyada yaşayanlar olarak bizler bunun da farkında değildik.. bütün bunların hepsini zaman kavramıyla açıklamaya çalışıyorduk.. aslında hepsi zamanın bir başka görünüşüydü ve nerede durduğuna bağlı olarak zaman da ona göre hızında değişiklik gösterebiliyordu.. demek ki hem bildiğimiz dünyada hem de şimdi yeni geldiğim tarafta zaman işliyor dedi sonra da.. ama tıpkı tren benzetmesinde olduğu gibi iki taraftaki zaman da farklı hızda olabilirdi.. o tarafa göre bu taraf farklı zaman hızında ilerliyor olabilirdi.. daha hızlı veya daha yavaş, veya dalgalı.. bunu bilemezdik.. en azından şu an ben hissedemiyorum.. bunları düşünürken gözü tekrar perdeye kaydı.. perdedeki hareket dizisi belli ki bir film şeridinden geliyordu, ama bunların yaşanmış veya yaşanmamış olmasının pek de önemi yoktu.. o perdede neler neler oynamamıştı ki.. hatta çoğu yaşanmamış veya yaşanma ihtimali olmayan şeyler oynardı perdede.. zaten yaşanmış şeylerin tekrar izlenmesi de izleyeni kısa zamanda sıkar ve dikkatini dağıtırdı ister istemez.. mutlaka zihni diri tutacak bir şeyler, bir kurgu, bir oyun, hadi söyleyelim bir eğlence gerekirdi izlemek için.. zaten hayat ta bir deyişe göre bir eğlence, oyalanma ve oyun değil miydi ki..


   Bu fikirlere uygun olarak şimdi perdede yine o beyaz kayalık ve o suyun başında yere serilmiş adam (kendi bedeni) görülüyordu.. ama o da ne, adam yavaş yavaş uykusundan uyanır gibi gözlerini açmaya sağına soluna önce boş boş, sonra da heyecanla bakmaya başladı.. ooo! işler bambaşka bir hal aldı şimdi, acaba bundan sonra ne olacak diye heyecanla izlemeye başladı perdede olan biteni.. neler olacağını en başta kendisi merak ediyordu şimdi.. öyle ya, öldüğünü sandığı, daha doğrusu başka bir seçenek bırakmayacak şekilde orada bir ölü gibi yatan bedeni, şimdi hareketlenmeye başlamıştı, hatta ayağa kalkmaya hazırlanıyordu.. biraz sonra da doğrulacaktı anlaşılan.. bir ölünün tekrar canlanması gibi çok ilginç, başka birileri görse şaşkınlık içinde hatta korkudan oradan kaçmaya çalışacakları bir ortam vardı perdede.. ama ''dirilen'' kendisi olduğu için korkacak bir şey değil, tersine sevinilecek, hatta neşe ile el çırpılacak bir durumdu bu.. o anda, eskiden seyrettiği filmlerde zor durumdaki kızı kurtarmaya gelen baş rol oyuncusunun koşarak sahneye gelmesiyle sevinen ve heyecanlanan, sevincini alkışlarla belli eden o naif sinema seyircisi topluluğu geldi aklına.. kendisini tutmasa o daha güçlü bir şekilde alkışlayacaktı o anda.. ama alkışlarının sesini duymayacaktı ki.. hatta ellerini bulup nasıl alkışlayacağını bile o anda düşünememişti.. olsun işte, şimdi kahramanımız ayağa kalkıyordu ve kaldığı yerden yoluna devam edecekti.. bu kutlanmaya ve alkışlanmaya değer bir olaydı.. öyle değil miydi yani..


   Evet bedeni şimdi oturmuş, ve başına neler geldiğini anlamaya, etrafını tanımaya çalışır gibi bakınıyordu etrafına.. o anda bu ilginç hatta komik durumun farkına vardı.. kendisi burada oturmuş, ekranda kendisinin neler yapacağını merakla izliyordu.. bu bir sinema veya video izlemekten farklıydı.. video olsa kayıda alınmış eski yaşadıklarını gösterir, canlıyken, hayattayken yaptıklarını gösterir, oysa kendisi ölmüştü bildiği kadarıyla.. ve bu karanlık sinema salonunda o, su başında ölmüş olarak yatan kendi bedenine bakarak ölmeden önceki hayatıyla ilgili görüntüleri izliyordu.. sanki geçmiş muhasebesi gibi bir görüntü, veya belgesel gibi bir gösterim.. ama şimdi iş değişmiş, ölmüş olduğunu bildiğimiz beden tekrar canlanmış, tekrar kaldığı yerden dağa, zirveye tırmanmak için harekete geçmeye hazırlanıyor gibiydi.. işin komik yanı şimdi kendi bedenini ve bundan sonra neler yapacağını merakla uzaktan izleyen şu andaki durumuydu.. asıl kişi hangisiydi? burada karanlıkta oturup durumu izlemekle yetinen mi, yoksa şimdi tekrar canlanıp ayağa kalkmak ve harekete geçmek üzere olan bedeni mi.. o bedende şimdi kendisinde olduğunu düşündüğü ruhun bir kopyası mı vardı, yoksa o beden ruhsuz, robot gibi birisi miydi acaba.. Zombi miydi yoksa, popüler söylemle.. Zombiler hem komik, hem de korkunç olurlardı filmlerde.. çocuklar korkar, ama büyükler bilmiş ve alaycı bir ifadeyle yok artık bu kadar da abartı olmaz, komiklikten başka bir şey değil bu diyerek izlerlerdi filmi.. kendisi en azından böyle izlerdi bu zombi filmlerini.. işte kendi zombisi de şimdi numaralarına başlıyordu.. ilk kez bir ürperti geçti içinden.. o ''robotun'' ne düşündüğünü çok merak ediyordu..


   Karanlık içinde kaldığında neden babası aklına gelmişti.. bir dost, kurtarıcı, güven verici bir tanıdık arama isteğinden miydi acaba.. neden artık ölmüş ve bir daha yanımıza gelemeyecek olduğunu bildiğimiz sevdiklerimizi arardık da şu an hayatta olanlar aklımıza gelmezdi.. yaşadığını bildiğimiz sevdiklerimizi aramak, konuşup dertleşmek için ille de ölmelerini mi beklememiz gerekiyordu.. bir kişiyi özlemek için mutlaka onun ölmüş olması mı gerekirdi.. onları, sevdiklerimizi henüz hayatta iken, aramızda iken daha sık arayıp hallerini hatırlarını sormak neden aklımıza gelmiyordu?.. nasıl olsa yaşıyorlar, şimdi şu an işim çok, çok meşgulüm, olmazsa yarın, o da olmazsa ileride bir gün ararım, konuşup sesini duyarım, nasıl olsa iyiler, keyifleri yerinde, eşleri dostları var, beni onlar arasın, hatta aramasalar da olur, biliyorum ki her şey yolunda, diye diye hep erteleyip, her zaman başımızdan aşkın durumda olan işlerimizi ve daha öncelikli olan şeyleri bahane etmemiş miydik.. ben, evet ben hep öyle davranmıştım.. her şey yolunda(dır) nasıl olsa diye bir daha hiç bir zaman beraber olamayacağım kişileri arayıp hatırlarını sorup telefonla da olsa beraber olmakta, hiç değilse konuşup seslerini duymakta hep gecikmiştim.. şu an bu ortamda sadece babamla bağlantı kurmaya çalışmam da ancak onun tarafına geçtikten sonra aklıma gelmişti.. peki önceki tarafta iken oradakilerle niçin daha çok zaman geçirmemiştim ki?.. hep bana göre önemli, ama aslında çok da önemi olmayan şeylerle oyalanıp durmuştum,, günleri ayları bırak, yıllar ne kadar çabuk geçip gidivermişti işte.. babamla şimdi bu karanlık salonda, o da ancak hava esintisi  yoluyla iletişim kurmaya çalışıyordum.. her şey elimdeyken niçin bütün olanaklardan daha daha çok faydalanmamıştım?.. ama yine de buna şükür, babamla ilişki kurmaya çalışırken karanlıklar gitmiş, elektrikler gelmiş, ve hayat, daha doğrusu film gösterisi tekrar devam etmeye, hatta kaldığı yerden bu defa yeni bir hayat şeklinde ilerlemeye başlamıştı.. tek fark artık gelişmeler tamamen benim bilgim ve iradem dışındaydı.. artık pasif bir seyirci durumundaydım.. olaylar benim kontrolüm dışında akmaya başlıyordu.. ben de merakla takip edecektim artık.. başka yapacağım bir şey yoktu..


   İşte bedenim -artık bedenim demem doğru mu bilmiyorum- oturmuş durumda etrafına bakınıyordu.. acaba ne düşünüyordu şimdi.. o da babasını mı düşünüyordu şu an.. yoksa başına az evvel nelerin geldiğini mi anlamaya çalışıyordu.. bilmeyi o kadar istiyordum ki.. elimde olsa yanına gidip, bir fırsatını bulup, soyunup çırılçıplak kalmış bir insanın aceleyle elbiselerini giymek istemesi gibi, bedeninin içine tekrar girivermeyi o kadar istiyordum ki şu an.. ama bunun imkansızlığını da o anda hissetmiştim.. o artık ben değildim, başka biriydi o.. kendisine göre düşünceleri, duyguları ve karar verme yeteneği ve gücü olan başka bir kişi.. kendimi hiç böyle uzaktan görmemiştim.. bu daha önceden bir kişinin çektiği bir video değildi.. o videoyu izlerken ben neler olacağını, sonucu bilir öyle izlerdim.. bu tamamen farklıydı.. benim bedenim, ya da artık bir kopyam değildi bu, başka bir görüntü videosunda izliyordum artık o bedeni..


   Epeyi çökmüşüm uzaktan bakıldığında gördüğüm kadarıyla dedim, kendi kendime.. bak kamburum bile çıkmış.. orada kayalıkların üstünde boş boş otururken ne kadar da masum ve zavallı duruyorum.. kendime hiç bu gözle bakmamıştım.. hatta biraz garipseyen, eleştirel ve küçümser gözlerle bakıyordum galiba, artık benden başka biri olan, bana yabancılaşmış ''bedenime''...











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke