6- Mezarlık

 



     Acar muhabir/düşünür kahramanımız tam hülyalara dalmıştı ki bu kez de telefonunun zil sesi ile kendisine geldi.. Şöhret ve ikbale aç bir milletin çocukları şöyle gönüllerince bir hayal bile kuramayacaklar mıydı bu memlekette yahu!.. istemeyerek de olsa telefonuna baktı.. arayan tabi ki saray değil patronuydu.. saate baktı ohooo.. neredeyse akşam olacaktı.. patron sinirli ve biraz da babacan bir sesle; - nerelerdesin be oğlum?, gazete neredeyse baskıya verilecek ortada benim başyazımdan başka bir şey yok.. biraz bilgisayar bilsem bir şeyler dolduracağım ama onu da yapamadım, hemen gel de matbaaya rezil olmayalım! diye yarı emir yarı rica arası bir şeyler söyledi.. cevaben; -Patron, dün gece çok geç yattım, ama sebebi var, çok önemli bir haber ve bundan çıkarılacak konu ile memleketi hatta dünyayı sarsacak büyük bir yazı dizisinin planı içindeyim.. merak etme hemen yola çıkıyorum.. her şey hallolur panik yok! dedi.. patronun merakını artırmak için de şimdilik fazla bir şey çıtlatmamaya da karar vermişti.. gerçi kendisi de bu haber ve diziye şu an pek hazırlıklıydı denemez ama türkün kervanı yolda düzülür demişler, bu atasözüne güveniyor ve sadece çevresinden ona gelecek özel bilgiler ve ilhamlar ile bu işi yürüteceğine gönülden inanıyordu.. belki hedefi çok yükseltmişti, ama niçin olmasındı? bu memlekette analar ne aslanlar doğurmuştu, tarih hep buna şahit değil miydi? aslında tarih hep kahramanların hayatı ve başarılarını anlatmamış mıydı ki? neden Fahrettin de bu altın sayfalarda geniş bir yer alamasındı ki?...


     Hemen giyinip dışarı çıktı ve işyerine doğru giden ilk otobüse atladı.. bu defa halkımıza odaklanmak, onların yüzlerinden ve konuşmalarından bir şeyler çıkarmak gibi mesleki merakını bir tarafa bırakacaktı.. zaten biraz halktan da soğumuştu sanki.. ben de aydınlanmadan nasibimi almaya başlıyorum galiba dedi içinden.. kalabalık otobüste ayakta duracak bir yer aradı ve sahanlıkta pencere kenarında bir yere ilişerek dışarıyı seyre koyuldu.. otobüs yine ağır aksak, trafiğin akışına uymuş ilerliyordu.. boş boş dışarıyı seyrederken; şehrin en meşhur, yerlerin en pahalıya ve ancak torpille zorlukla bulunabildiği, genellikle de memleketin zengin ve tanınmış insanlarının huzur içinde yattığı meşhur mezarlığın ana kapısının tarihi mimari eser niteliğindeki girişinin ön cephesine çirkin bir şekilde yapılmış tabeladaki yazıyı fark etti.. tabela üstteki alınlık cephesine yerleştirilmişti ve kocaman harflerle yazılmış bir cümleydi.. yazıya odaklandı gözleri.. dikkat çekecek kadar kocaman yazılarla ve adeta herkes görsün de okusun! diye yazılmış ''Her Nefis (canlı) Ölümü tadacaktır!!'' yazıyordu bu güzel mimariye uymayacak kadar acemice ve zevksizce yapıldığı belli yağlıboyayla yazılı levhada.. o an farketti ki kendisi de dahil çoğu insan her gün önünden geçiyordu da bakmıyordu bile bu yazıya.. okuyan da sanırım eee? ne var bunda, diye umursamazlıkla biraz da yüzünü ekşiterek bakıyor bir kaç saniye içinde de kesinlikle unutup her günkü hay huy içine dalıyordu.. Kur'an dan alınmış bir ayetti bu cümle ve asırlardır dualarda, mevlitlerde, mezar başlarında, insanlar ölürken baş uçlarında huşu içinde okunup duruyordu.. ama birileri galiba, bunu görün işte! sonunuz burası! hepiniz öleceksiniz!.. hepiniz buraya geleceksiniz! unutmayın! demek amacıyla bu yazıyı şehrin bu en meşhur mezarlığının kapısına karalamışlardı.. ama bunu yazanlar acaba kendi hayatlarında bunu sık sık hatırlıyorlar mıydı? işte orası meçhuldü.. yaptıklarına, konuşmalarına bakarsanız okumak, hatırlamak şöyle dursun belki de çoktan unutmuşlardı bile.. ya da bu işin altında başka amaçlar ve insanları yönlendirmek arzusu vardı kim bilir? o anda muhabirimiz; dinimizi temsil etmek kimlerin eline kalmış yahu.. söyleyecek tek şeyleri bu mu? dünyaya biz sadece ölmeye mi gönderildik.. ey cahiller! yıllardır papağan gibi anlamını bilmeden, ya da işinize öyle geldiğinden söyleyip yazıp durduğunuz tek gerçek bu mu? kutsal kitabın ve bunu getiren peygamberin söylediklerinden bir tek bunu mu çıkarabildiniz? bütün olumlu, uyarıcı ve doğruya yönlendirici sözleri unuttunuz da bir tek, sonunda öleceksiniz işte! oh olsun! demek mi kaldı aklınızda.. İslâmı böyle mi tanıtıp sevdirdi o peygamber ve yolunu anlayıp sürdürenler? tüm dünya günümüzde nerelere gelmiş, siz hâlâ söyleyecek başka şey bulamamışsınız.. bildiğiniz sadece onu bunu cezalandırmak, lanetlemek, öldürmek, işid cellatlarının özlemi içinde kapkara bir faşizmi uygulamak.. ne kadar acı ve utanılacak durumdasınız farkında bile değilsiniz.. siz bu kafayla devam ettikçe çocuklarınız ve en yakınlarınız dahil çevrenizde kimse kalmayacak, temsil ettiğinizi sandığınız dininize en büyük kötülüğü siz yapıyorsunuz söz ve daha önemlisi davranışlarınızla, maddiyata düşkünlüğünüz ve en acısı da içinizdeki çürükleri çaresizce görmezden gelmeniz ve desteklemeniz yüzünden gittikçe zemin kaybediyorsunuz.. bu gidişle sadece nefret objesi değil, alay konusu oluyorsunuz.. en büyük kötülüğü de o uyarmaya çalıştığınız, dinden çıktığına inandığınız insanlardan çok, din tasavvuruna, dinin asıl kendisine yapıyorsunuz! bırakın artık o tertemiz insanların saf duygularını kirletmeyi, o güzel ve saf tanrı ve dünya hayallerini yıkmayı.. defolun insanların vicdanlarında kurmaya çalıştığınız o kirli saltanat ağlarından.. bırakın o saf ve temiz insanların ruhlarını rahatsız etmeyi! diye haykırmak geldi içinden.. mahzun bir halde uzun ve derin düşüncelere daldı bir an...


     İşte bana bugünün ilk işareti ve şifresi geldi! dedi içinden acar muhabirimiz sonra da.. şu kocaman mezarda, şu anda kim bilir kimler; anlamsız kavgaları, tükenmez ihtirasları, sonu gelmez ve bir bardak suda koparılmış münakaşaları, kurdukları hayallerini, hayal kırıklıklarını, ölümsüz sandıkları aşklarını, umutlarını... velhasıl artık her şeylerini dünyada bırakmış, bir varmış bir yokmuş gibi masal olmuş, şimdi de o vakur, adeta filozof gibi kocaman ağaçların servilerin altında, huzur içinde, koyun koyuna yatıyorlardı işte.. o anda aklına geldi; peygamberimiz dememiş miydi ''sıkıntılar kasvetler içine düştüğünüzde mezarlıkları ziyaret ediniz'' diye.. şimdi anlıyordu bu söz ne kadar doğruydu.. işte sonunda burada bulmuşlardı bir türlü hayatta bulamadıkları huzuru burada yatan o insanlar.. buraya mezarlık, kabristan vesaire dememeli, huzur yurdu demeli diye içinden geçirdi.. bir yakınını ziyaret için gittiği bir ''huzurevi''nde görüp yaşadığı hayalkırıklığını hatırladı.. o huzurevinde kalan insanların gözlerindeki yorgunluğu, çaresizliği, bir ziyaretçiden gelecek bir merhaba! sesine olan hasretlerini uzun süre unutamamıştı.. mezarlığı düşündü sonra; gerçek huzur yeri burası olmalı.. kapıya yazılan yazı yanlış.. bence o yazı yerine ''huzur beldesi'' yazsalar daha doğru olurdu dedi.. şu anda tamamen başka yönlere başka mecralara kaymıştı düşünceleri.. yeni bir aydınlanma yaşıyordu adeta bu anda.. kendisine hiç de yabancı gelmeyen bu hissi hemen hatırladı.. ve birden, - Ben neler yapmışım!.. meğer ne hayallere rüyalara kapılmışım da gördüğüm şu yazı ve görüntüler zihnimde kurduğum koca şatoyu bir anda iskambil kağıdından yapılmış kule gibi yerle bir ediverdi.. Ben kiiiim felsefe, filozoflar, filozofluk kim?.. gördüğü kolay bir soruyu okuyup hemen cevabını yapıştırma heyecanı duyan üniversite sınavı aday öğrencilerinden bile safmışım meğer.. hiç aklıma gelmemiş o düşünce insanlarının asırlardır araştırdığı ve sonuca daha kimsenin ulaşamadığı o muazzam sorunun, yani hayatın, yaşadıklarımızın açıklaması bu kadar kolay ve basit mi olacaktı?.. öyle olsaydı şimdiye kadar çoktan bulunmuş olurdu zaten.. bir tek bana mı kalacaktı bu müthiş cevabı bulmak?.. bir de utanmadan Fahrettinizm diye bir kelime uydurdum.. Ben ne kadar safmışım daha doğrusu salakmışım meğer.. okyanusu uzaktan ilk defa görüp de hemen balıklama atlayıp yüzerek bilinmeyen kıyılara ulaşacağına iman eden bir kişi bile benden daha gerçekçiymiş.. vah sana Fahrettin!.. aklının başına gelmesi için mezarlığı mı görmen gerekiyordu.. vah zavallı vah!... dedi içinden etrafına özür dileyen gözlerle ve utançla bakarak..


     Bütün bunları düşünürken ineceği durağı birkaç durak geçtiğini farketti ve aceleyle çıkışa yöneldi.. bir taraftan da eyy Fahrettin! sen otobüsten zamanında inmeyerek durağı kaçırmış bir milletin çocuğusun!.. vah sana! vah ki vah!... diyordu...


     Cumhurbaşkanının özel uçağına, amiral gemisi gazetenin başyazarı olarak büyük bir gurur, kurum ve gösterişle binen bir başyazar/düşünür gibi adım attığı halk otobüsünden, şimdi başı önde, iki sivil polisin koluna girerek hızla sorguya götürdükleri bir mücrim gibi etrafına bile bakmaya utanarak  iniyordu...





                                                        *                          *                          *





Yorumlar

  1. Çok güzel, zevkle takip ediyorum. Bir zamanlar Muzaffer İzgü'nün Demokrat İzmir pazar ekinde yazdığı öykülerini hatırladım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Cesaretlendirici iltifatınız için çok teşekkür ederim.. :)

      Sil
  2. "Biraz halktan da soğumuştu sanki" :))) Bu aydınlanma / aydınlatma konusu sanıyorum eskiden çok geniş bir medeniyetken, sonra sosyal ve politik devrimlerle çok farklı bir yöne yönlendirilen milletlerin meselesi. Çünkü bakıyorum, Batı Avrupa'da kimse kimseyi aydınlatma derdinde değil, hatta aman sakın ha, herkesin kendi yolu var, ona müdahale etmemelisin gibi, bizim Doğu felsefesine yakışacak söylemleri benimsiyor daha aydın kesim. Daha doğrusu aydın nedir, çok kitap okumuş olan mı, toprakla zaman geçirmiş olan mı, düşünüp duran mı? Ve bir toplumun ilerlemesi için herkesin aydın olması mı gerekir yoksa bir yüzde vardır ve bu belki 10'u bile aşmayan azınlık mı olmalıdır? Hani demokrasi bile artık halk eğitimli değilse çalışmaz denen bir sistem olarak algılanırken.... Güzel düşünceler. Fahrettin giderek kaybolsa da, bizler onun yerine düşünüyoruz :)))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

17- Göçmüş Kediler Bahçesi

16- Veda

19- Öfke