32- Tekmil
Eskilerin; şimdilerde kulağa pek de hoş gelmeyen (alışmadık kulakta tutmayan bağzı kelimeler her zaman vardır) sözüyle ''bedbin'' haldeki iki genç, daha doğrusu biri acar muhabirimiz ve diğeri de şu anda amatör bir gazeteci, -ya da kaderin cilvesi sonucu evde boş oturmamak için icat edilmiş ve geçici bir iş olarak kabul edilmiş, yenilerin deyimiyle ''Genel yönetmen asistanı'' işiyle iştigal eden genç bir kız, aslında ve gerçekte ve şu anda iki gönlü yorgun, bedeni halsiz, hatta aşırı doz karamsarlık içinde olan bu iki genç; üzerinde sadece ''Resmi hizmete mahsustur'' ibaresi eksik olan, aslında ''devletin gerçek sahipleri'' tarafından özel bir göreve özel olarak tahsis edilmiş taksi plakalı bu otomobilden gazete yazıhanesinin önünde indikleri sırada, yine tuhaf bir tesadüf eseri olsa gerek yakınlardaki camilerden ruhları muazzep eden, içleri tırmalayan, mevcut bedbinliği daha da artıran bir sadâ yükseliyor ve müminleri namaza ve felâha davet ediyordu. Bu memlekette tek felâh yolu ancak buydu galiba.. Kişisel felâh neyinize yetmez, memleketin kurtulması hatta kurtarılması size mi kalmış, gelin işte şuracıkta, atamış olduğumuz hocanın arkasında saf tutun, onun gösterdiğini yapıp fazla da sesinizi çıkarmadan, ileri geri düşünüp konuşmadan felâh yolunu bulun! der gibiydi taksinin, okulun, hatta tüm ahalinin ''sahipleri''.
İki genç sessizce gazete idarehanesinin bulunduğu kata çıkıp, alışıldık hareketlerle kapıyı açıp içeri girdiklerinde, masasına kurulmuş halde patron Sacit sami beyin merakla kendilerine baktığını görerek o anda kendilerine geldiler. Kısa süren sessizliği yine patronun gür sesi bozdu; -Eee gençler! hoş geldiniz, yorgun gibisiniz, gelin şöyle oturun, Fatma hanım! bize üç çay getir bir zahmet!.. oturun oturun bakalım, dedi. Sonra da soran gözlerle bu iki savaş muhabiri/basın gazisine bakmaya başladı. İlk toparlanan Fahrettin oldu; -Hoş bulduk efendim, dedi, sonra da pek içinden gelmediği hemen anlaşılan bir ifadeyle, -Okul önünde bugün çok kötü olaylar oldu, belki televizyondan izlemişsinizdir, polis öğrencilere çok kötü davrandı, sanki düşman askeriymiş gibi nefret ve şiddetle saldırdılar, Osman bey olmasaydı Jale de ben de o savaş meydanından sağ salim çıkamazdık inanın, zaten ilk saldırıda birbirimizi kaybettik, ben neredeyse polise mukavemet edip saldıracak hale gelmiştim, sinirimden kendimi kaybetmiştim adeta, Osman ağabey beni de kalabalıktan ve polis kordonunun arasından çekip çıkardı, inanın o sahneleri görseniz, polisin acımasızlığına şahit olsanız siz de farklı hareket etmezdiniz, ne öğrenci, ne kadın, ne yaşlı dinlemez halde adeta intikam alırcasına saldırdı polisler, ben böyle şey görmedim bu yaşıma kadar, bu kadar acımasız, gaddar nasıl olabilir devletin memuru?, hâlâ sabahki olayın etkisi altındayım inanın, dedi. Göz ucuyla Jaleye baktı o anda, onun da neredeyse ağlamaya başlayacağını hissederek daha fazla bir söz etmekten vaz geçerek sustu. Kısa bir sessizlikten sonra da biraz moral bulmak, güç kazanmak amacıyla dönüşte Aşiyana uğradıklarını, orada biraz kendilerine geldiklerini ekledi. İki nefer komutana tekmili vermiş oldu böylece. Patron sessizce ve dikkatle dinliyordu sadece..
Okuldaki sınavdan umdukları başarıyı tutturamayacaklarını hissederek eve dönen iki lise öğrencisinin sıkıntılı ve ürkek hali içindeki gençlerimizi bir süre öğrencilerini dikkat ve biraz da acemi çıraklarına nasıl davranacağına karar veremeyen bir demirci ustası gibi süzen Sacit Sami bey yarı yumuşak, yarı babacan bir tavırla konuşmaya başladı nihayet;
- Çocuklar! dedi, bakıyorum bugünkü hadiseler sizi çok üzmüş, dahası şu hâliniz beni daha çok üzdü. Bakın gençler! bu işler böyledir! her şey istediğimiz gibi kolayca yürüyüp her dediğimiz olaydı dünya cennet olurdu. Kendimden örnek vereyim; ailemde el üstünde tutulan, bir dediğim ikiletilmeyen, neredeyse Ol! dediğimde her şeyi olacakmış sanarak yetiştirilen ben, baba ocağından, ana kucağından, sıcak yuvamdan ayrılıp da bu İstanbula geldiğimde sudan çıkmış balığa döndüm. Gerçek hayatla ancak 18 yaşımdan sonra karşılaşıyordum, bazı akranlarım -artık onlar mı şanslıydı ben mi şimdi tartışılır-, çoktan hayatın çemberinden geçmişler, hatta o çemberi alıp bellerinde hula hop oynar hale gelmişlerdi, ben o yaşta onlara gıpta ile bakar hale gelmiştim anlayacağınız. Yani demem o ki, hayat er veya geç dişlerini herkese bir şekilde gösteriyor, mesele o dişlerin arasında ufalanmadan ezilmeden hedefine ulaşabilmek. Hoş; şimdi size bir itiraf; hedefime ulaşabildim mi, ulaşamadım mı, hatta hedefim neydi şimdi geriye dönüp bakınca bunları bile karıştırır hale geldiğimi hissediyorum ama -aman çocuklar bu itirafım aramızda kalsın-, şu anki görüşüme göre benim asıl hedefim kişiliğimin, doğru bildiğim şeylerin ve ideallerimin gerçekleşmesi yolunda koşuşturup durmakmış, bugün onu anlar haldeyim kısaca. Geriye dönüp bakınca, ben de neden diğerleri gibi biraz vurdumduymaz, biraz bencil, biraz adaaaam sendeci ol(a)madım da böyle kellesini koltuğuna almış bir savaşçı, dediğinden inandığından dönmez, kendi bildiğinden şaşmaz, tutturduğu yoldan milim şaşmaz, kafasına koyduğunu yapar, bu yolda burnu bile yere düşse eğilip almaz, elâleme akıl verecek, ayar çekecek derecede kendinden emin, kısacası dışarıdan bakan birine en hafifinden kafayı ''davasıyla'' bozmuş biri gibi görünen, hayatının anlamını ancak mücadele etmekte bulan, kendisine yanlış gelen her şeyle ve herkesle sonu gelmez kavgalara girişen bir adam oldum diye arada bir düşünürken yakalıyorum kendimi. Belki de çocukluğumda karakterimin oluştuğu çağlarda annemle babamın aralarındaki çelişki ve yine eskilerin deyimiyle ''imtizaçsızlık'', aşırı duygusal bir anneye duyulan yakınlık ve duygusuz, ''dümdüz'' bir adam olan babaya karşı içimde gelişen bir hınç, ezilen yok edilen bir milletin anılarıyla yaşayan annemin umarsız yalnızlığına karşı benim elimden hiç bir şey gelmemesi, çaresizlik hâli beni böyle savaşçı biri yaptı, her şeyi ya siyah ya da beyaz olarak değerlendirmeme, sonunda da her şeyi bembeyaz yapmaya kendimi adamama sebep oldu kim bilir. Belki de annemin gözüne girmek için, onun çaresizliği, yalnızlığı ile savaşmak, böylece onun kaderini yenmek için böyle olmayı istedim kim bilir, annem benim gözümde ezilenlerin canlı bir nümunesi idi, ona ve soyuna yapılanlar bir barbarlıktı, o barbarlar artık hayatta olmasalar bile onların yetiştirdikleri ve enfekte ettikleri kişiler her an yeni kötülüklerin peşindeydiler ve bizler tetik durmazsak canımıza okumak için fırsat kolluyorlardı. Bu durumda etrafı düşmanlarla çevrili bir yaralı hayvan gibi her an canını korumak, kudurmuş gibi saldıran aç kurtlara yem olmamak için saklandığı ininde, kan revan içinde, gözüne uyku bile girmeden, en ufak çıtırtı ve sese karşı soluk soluğa bir hayat sürdürmeye çalışan bir hayvan gibi yaşamaktan başka yapacak şey yoktu. Yani ben ister istemez böyle biri oldum, tüm ezilenlerin ve zulme uğrayanların temsilcisi ve onların savunucusu durumuna böyle geldim. Belki bir miktar da başta annenm olmak üzere o kesimin takdir ve teşekkürünü almak beklentisi içinde de olmuş olabilirim, çünki nihayetinde insan biraz da takdir edilmek, alkışlanmak, pohpohlanmak peşinde koşan bir canlıdır. Bizler de bu bakımdan alkışlarla yaşayan sanatçılar gibiyiz, ama bizim aldığımız ödül, umduğumuz takdir ve alkışlarımız gözaltılar, tabutluklarda işkenceler, bitmek bilmeyen hukuk mücadeleleri ve mahkumiyetler, polis ve gizli servislerden gördüğümüz açık ve örtülü tehdit ve psikolojik baskılar ve işkenceler oldu, ama ne oldu, adeta biz iktidarlardan ve egemenlerden darbe yedikçe, zulüm gördükçe daha da sertleştik ve sanki bir halk deyimiyle dayak arsızı olduk. Kısacası biz bu yola biraz isteyerek biraz da itilerek girdik, herkes kendisini bir düşman ve karşıt insanla ve düşmanı olduğu bir fikirle ifade eder, mesela iyi nedir diye soranlara, cevabını kısaca kötü olmayan diye özetleyebilirsin, tabi aslında böyle kolay ve basit değildir, kavramları ve fikirleri uzun uzun açıklamak, kısacası felsefe yapmak gerekir ama işin özeti hayatta her şey kendi zıddıyla var olur, bu hayatta bize de devrimcilik, sosyalistlik, halkçılık artık ne derseniz onu kullanın, ezilmiş ve ezilmekte olan mazlum kesimlerin sözcüsü ve savaşçısı olmak düştü. Şimdi size şunu demek isterim; Eğer hayatta bir hedefiniz varsa, bu hedefiniz için yola koyulduğunuzda önünüze uçurumlar, çöller, denizler, buzullar, vahşi ormanlar veya otoban görünüşlü aslında tuzaklarla dolu aldatıcı kısa yollar, kısacası her türlü ihtimal karşınıza çıkacak ve hatta siz ne kadar yorulsanız, ne kadar hayal kırıklığına, karamsarlığa kapılsanız bile karşınıza çıkan zorluklar hiç azalmayacak hatta artacak. En çok kar en yüksek dağlara yağar derler işte o misal hayat boyu savaşım, eski kelime ile mücadele içinde olacaksınız her zaman, bilirsiniz en sert çelik en çok dövülen, hatta ateşlere tutulup erir hale getirilip dövülerek, tekrar tekrar ateşe tutulup çıkarılıp tekrardan dövülen demirlerle yapılır, işte bizim gibilerin yani bu yola giren kişilerin kaderi budur çocuklar. Siz, bakıyorum daha ilk sahnede adeta hayattan bezer hale gelmişsiniz. Yağma yok arkadaşlar, bu yollarda ne yiğit gençler, ne muazzam kudrette zihinler, ne yüce gönüller, ne taze fidanlar yok olup gittiler, öyle kolay mı uyuyan kitlelerin harekete geçirilmesi, insanların bilinçlendirilmesi. Aynen usta bir demirci gibi toplumunuzu ateşlerle, çekiç darbeleriyle, ter ve bin bir emekle şekillendireceksiniz, bu işi tabi ki tek başınıza yapamazsınız, yanınızda yoldaşlarınız ülküdaşlarınız olacak, hatta zaman içinde onlardan da çelmeler, tekmeler yiyecek, ihanetlere uğrayacaksınız, sırtınızdan hatta göğsünüzden hançerleneceksiniz, ama yine de yolunuzdan dönmeyeceksiniz. Çünki siz insana değil insanlığa inandınız bir kere, ondaki cevheri fark ettiniz, insanın çağlar içinde nerelerden nerelere geldiğini gördünüz ve neler yapabileceğini, nasıl bir toplum ve dünya kurabileceğini anladınız ve buna iman ettiniz. Artık ya yorulup düşene kadar bu yolda yürümeye devam edeceksiniz, ya da inancınızı ve umudunuzu yitirip pusulanızı şaşırıp yollarda kaybolup gideceksiniz. İnsansınız, zayıfsınız, bazen hedefinizi şaşırır gibi olsanız da ya kendinizi her an kontrol ederek ya da çevrenizle beraber durum muhasebesi yaparak rota ve yön değişikliklerini sürekli düzelteceksiniz, ama ana hedefiniz hiç değişmeyecek. Ben de dediğim gibi zaman zaman yolumda tipiden, zaman zaman yakıcı güneşten gözlerimi açamadığım, kulaklarımın karışık seslerden dolayı gerçeği işitemeyecek hale geldiği veya ruhumdaki fırtınalardan, nefsimin karşı duramadığım isteklerinden, ikbal ve övülme arzularımdan veya bu tür geçici bencil isteklerimden dolayı yolumda duraklamalar sapmalar da olsa bir şekilde yoluma devam ettim, çok önemli bir şey söyleyeyim şimdi size; hayat arkadaşım can yoldaşım Jülide sayesinde ve ondan aldığım güç ve moralle, dayanışmayla yolumu şaşırdığım her zaman kendimi toparlayabildim hayatta en büyük şansım odur, gençler size kısaca anlattım işte serencamımı, işte bugünlere böylece gelebildim, Jale! teyzenle ne kadar gurur duysan azdır, ben hayatta hemen her şeyimi ona borçluyum diyebilirim, umarım gençler sizler de hayat yolunda her zaman yanınızda, arkanızda, önünüzde olan böyle bir hayat arkadaşı bulursunuz, eşiniz ve etrafınızda bir kaç tane de olsa sağlam arkadaşınızın yoldaşınızın olması en büyük zenginliktir, dedi. o anda Fahrettin'in içinden neler geçtiğini aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz, ama Jale'nin hafifçe başını eğmesi ve yüzüne belli belirsiz gelen pembeleşme dışında elimizde yorumlayacak bir bilgi yok henüz. Şurası bir gerçek ki, Titanik gemisinin içine doğru sürüklendiği kocaman kara delik şimdi acar muhabirimizin tam karşısında gibiydi..
Kırdığı potun farkına varan patron yine de muzipçe gençleri süzmeye başlayınca Jale; bugün onu çok etkileyen olayları ima ederek, yorgun olduğunu, biraz dinlense iyi olacağını söyleyerek eniştesinden izin istedi ve patronun onayından sonra da çarçabuk toparlanarak iki gazetecimize veda etti ve yazıhaneyi hızla terk etti. Fahrettin, kızcağızın arkasından düşünceli şekilde bakarken ve umarım bugün gördükleri, şahit olduğu sahneler onu meslekten soğutmaz, acaba geri döner mi ki buraya? diye düşünürken yine patron konuştu; - Eee artık iş zamanı, iş başına! bugünün haberini hazırlayalım önce, ben de başyazımı yazayım, sonrasını sonra düşünürüz dedi.
Biri patron öteki acar muhabir iki gazeteci, günün olayını okurlarına en vurucu, onların duygularını en güçlü şekilde etkileyici ve muhalif duruşlarının ve kanaatlerinin en güçlü şekilde pekişeceği şekilde özetleyerek yazılarını, manşetlerini, vurgularını hazırladılar. Patron her zamankinden biraz daha sert bir yazı kaleme aldı, herkesin ondan beklediği üslubuyla verdi veriştirdi egemen güçlere, emperyalistlere, kanlı güç odaklarına, işbirlikçi hükümete, kişiliksiz yöneticilere. Adeta kaleminden kan damlıyordu..
Bütün bu işler tamamlanıp yazılar ve fotoğraflar matbaaya gönderildiği zaman, ancak ondan sonra tüm salonun sigara dumanından bir bulut tabakası altında olduğunu gören acar muhabirimiz, pencereleri açıp içerideki elektrikli ve dumanlı havayı dışarıya, dışarıdaki gürültü ve kaosu yani kısacası hayatı da içeriye yönlendirdi. Akşam serinliği başlamıştı dışarıda, eskilerin deyimiyle kerahat vakti gelmişti. Patron en çok bu vakti severdi. Evet, patron, yabancıların happiness hour dediği, iş çıkışı eve gitmeden önce pub'larda arkadaşlarla buluşarak hafif alkol eşliğinde bir gevşeme, günün muhasebesi, gerginliklerin atılması gibi işlere de yarayan bu güzel alışkanlığın yerli versiyonunun sadık bir müridiydi adeta. Tüm günü bu saatlerin gelmesini bekleyerek geçiren ve şairin; '' Haydi Abbas, vakit tamam;/ Akşam diyordun işte oldu akşam/ Kur bakalım çilingir soframızı;/ Dinsin artık bu kalp ağrısı. ''... şeklinde devam eden o müthiş şiirinde anlattığı o ruh halinin mücessem hâli gibi bir durumdaydı şu an Patron. Yüzü, kararını çoktan vermiş bir komutan edasıyla pembeleşmiş, günün sonunda oyuncağına kavuşmak üzere olan bir çocuk gibi sabırsız ve heyecanlı bir ruh hali içinde olarak coşkun bir sesle konuşmaya (emretmeye) başladı;
-Eveeet oğlum, işte bu kadar, şimdi hazırlanıp çıkıyoruz, hemen taksimize atlıyoruz, bugün büyük olaylar oldu, sıkıldık, üzüldük, hırslandık, dolduk. Şimdi ne yapıyoruz?, artık bundan sonrası dinlenmek ve kendimizi ödüllendirmek vaktidir, davran Fahrettin! gazâmız mübarek olsun! dedi..
O hızla dışarı fırlayan iki fikir adamı, daha doğrusu iki mücadele insanı, o anda dışarıda onları adeta iştiyakla bekleyen Osman beyin taksisinin kapısında buldular kendilerini. Patron alışıldık hareketlerle açılmış bulunan kapıdan süzülerek arka koltuğa gömüldü, Fahrettin de Osman beyin yanında şoför mahallinde yerini aldı, az biraz sonra Osman bey Patrona; -Nereye gidiyorsunuz efendim? diye sorar sormaz Patron gürledi. -Bugün çok yoruldunuz, büyük çabalar gösterdiniz, şimdi dinlenmeyi ve güzel bir akşamı hak ettiniz, çek bakalım Kumkapıya Osman!. Bu akşam benim misafirimsiniz ikiniz de! dedi..
* * *
İlk cümle 139 kelime!!!! Orhan Pamuk ağlıyor! :)
YanıtlaSilSSCB’ye büyük empati ve sevgi duyuyorum nedense. Fahrettin şanslı :)