49- Gelir mi?
Gece gördüğü rüya, sonrasında alacakaranlık sabahta giriştiği rüya tabiri çabalarından dişe dokunur bir sonuç çıkaramayacağını esefle idrak eden gencimiz, -saatine bakıp da artık işe gitme vaktinin de yaklaştığını görünce- hayal aleminden gerçek aleme hızlıca bir geçiş yapmaktan başka çare kalmadığını görerek ve biraz öfke biraz da bedbinlik duygusuyla dopdolu bir halde yatağından fırladı, önce kişisel ve ardından da yalap şalap evsel, kısa bir temizlik faslından sonra, aklının bir köşesinde Jale'nin bu sabah ofise gelip gelmeyeceği düşüncesi -ufacık da olsa, zaif bir umut ışığı şeklinde de olsa- parıldayarak kendisini kalabalık ve gürültülü sokak ortamına attı.
Yolda her zaman önünden geçerken gözlerini alamadığı simit fırınının önünde -yine yukarıdaki umut ışığının etkisiyle- durdu ve içeriden gelen taze mayalanmış ve az önce fırından çıkmış hamur işi kokusunun cazibesine kapılarak kalabalık tezgaha yöneldi ve -Jale'yi de hesaba katarak- kahvaltılık bir şeyler aldı.
Bu sıralarda en erkenci ben oldum diye düşünerek iş yerinin kapısını açtı ve hemen mutfağa yönelerek küçük tezgaha mütevazı nevaleyi koydu ve hemen ardından çaydanlığa su doldurarak altını yaktı. Ondan sonra da üzerini çıkarıp alışkın hareketlerle masasına kuruldu, bilgisayarı açtı, haberleri izlemeye başladı. Bütün bu hareketleri sanki ruhsuz bir robot gibi yapmıştı. Daha doğrusu ruhu başka yerlerde gibiydi, kafasında büyük bir soru vardı, Gelir mi?
Gelmedi.. Ne o gün, ne de sonraki üç gün.. Kendisine yedirip konuyu da açamadı patrona ve Fatma ablaya. Onlar da sanki sadist birer kişi görünümüne bürünmüşlerdi nedense, ya da ona öyle geliyordu. Arada bir sıkıntıdan bağırmak, ne kadar gaddarsınız, sizde kalp yok mu, ne olacak benim halim? diye haykırmak geliyordu içinden, ama o anda kendini zaptediyor, sanki senin halin onların umurlarında, sen kimsin ve necisin?, kafayı sıyırmak üzeresin dikkat et! diye kendi kendine, ringde rakipten usturuplu bir kroşe yemiş de tam devrilmek üzereyken yetişen gong sesi sayesinde köşedeki taburesine zorlukla ulaşabilmiş, ama o anda neler neler olup bittiğinin de pek farkında olmayan çaylak boksörüne taktik veren bir antrenör edasıyla hiç bir işe yaramayacağı belli olan saçma sapan akıllar veriyordu.
Neticede geçen günler iyice ızdırap verici bir hal alınca, babasının kırk (ya da elli iki) mevlüt ve anma programını da bahane ederek patrondan bir kaç günlük izin istedi, muhabirinin zavallı durumunu ve git gide yaşlı bir hindi gibi düşünceli hallere büründüğünü gören patronu da bu isteği muvafık bularak ve aile üyelerine taziyelerini de iletmesini isteyerek -ne de olsa patron da duygusal ve nazik bir insandı Allah razı olsun- gencimize bir hafta izin verdi. Fatma hanımın anlayışlı ve merhametli bakışları ve dudaklarında kıpır kıpır dualarıyla eşlik ettiği kısa veda sahnesinin ardından sessizce yazıhaneyi terk eden gencimiz hemen hızlı bir alışveriş ve ardından evde kısa bir hazırlıktan sonra gece yarısına yakın saatte hareket edecek olan otobüsüne yetişmek üzere metroya binerek tam zamanında memleketinin adını taşıyan otobüs firmasının ana garajdaki yazıhanesine ulaştı, kısa süre sonra da biletini alarak simaları tanıdık gelen şoför ve muavinin son hazırlıklarını yaptıkları ve birazdan hareket etmek üzere olan araca atladı ve yorgun ve düşünceli bir halde koltuğuna ilişti. Otobüs yarı yarıya boş gibiydi, hep böyle olur dedi içinden, memleketten büyük hayaller ve umutlarla tıka basa dolu bagaj ve boş yer kalmamış koltukları doldurmuş olan neşeli, kendisine güvenli, yüksek seslerle ve espri dolu sözlerle konuşmayı seven heyecanlı yolcular ile keyifle yola çıkan bu canlı ve tertemiz otobüsler, memlekete dönüşlerde nedense bir matem havası içinde, başarısız olduğunun farkına varmış hüzünlü ve yorgun insanların sessiz ve mütevekkilane koltuklarına büzülüp kısa zamanda da uykuya -ya da uyur pozlara- daldığı loş ve neşesiz, hatta dikkatli gözlere eski püskü, cansız, soğuk ve bakımsız gelen yorgun ve yoksul, ricat halindeki memleket otobüslerine dönüşürdü.
* * *
Gencimiz de otobüsdeki bu kasvetli ortama hemencecik adapte oldu. Yarı uyuklamalı, yarı düşünceli, daha çok kendi iç dünyasıyla ilgili, çok az da yoldaşlık ettiği küçük hemşehri grubunu gözlemekle süren yolculuk, nedense bu sefer uzadıkça uzadı, hiç bitmek bilmedi. Tam bitkinlikten uykuya dalacağı sırada da otobüsün durduğunu, hatta şoförün kontağı kapattığını, otobüsün yorgun bir silkelenme ve ardından gelen sessizlikle motorunun susmasından, muavinin -Geçmiş olsun, içerde yolcu kalmasın! hayırlı sabahlar! şeklinde tek düze ve ruhsuz hitabından sabahın olduğunu, hatta memlekete geldiklerini anladı. Tuhaf şey! dedi, eskiden memlekete gelince, hatta daha ulaşmadan bile önce yaklaştığımı anlayınca içimi bir sevinç, çocuksu bir heyecan kaplardı, bu sefer hiç bir şey hissetmedim. Acaba ruhum da mı öldü? duygusuz bomboş bir adam mı oldum, adeta suyu sıkılmış da posası kalmış bir limon gibi İstanbul beni de bitirdi ve bomboş bir kabuk gibi buraya atıverdi, ben şimdi ne yapacağım etrafa ne diyeceğim? diye gözleri dola dola otobüsten indi, ufak ve hafiflemiş gibi gelen emektar bavulunu yüklendi, çok da uzak olmayan evlerine doğru adeta ayakları geri geri giderek yürümeye başladı.
Yollar ve mahallesi nedense yabansı geldi ona, oysa daha en çok bir veya bir buçuk ay önce gelmişti buralara. Memleketten çok ben değişmişim anlaşılan, dedi içinden. Pekâlâ şu anda başka bir şehirde de yürüyor olabilir ve etrafıma sanki oraları ilk defa görüyormuşum gibi de bakabilirdim, oysa çocukluğum buralarda, bu sokaklarda kâh avare avare dolaşmakla, kâh gençlikte ve ileride yapılacak büyük işlerin, kazanılacak başarıların hayalleriyle başım döne döne, kâh da nedeni belirsiz bir sıkıntı ve öfkeyle kendi kendimle ve çevreyle kavga halinde, ayağıma dokunan taşlara önüme çıkan çöplere hınç ve kızgınlıkla sıkı tekmeler ata ata, hatta ona buna omuz vurma isteği duyarak -ama hem olacaklardan korku hem de ayıp bir şeyler yapmış olup da ana babasını utandıracak olmanın riski yüzünden vaz geçerek- ve bu yüzden de içi içini yiyerek çok ayakkabılar eskitmiştim bu sokaklarda dedi. Galiba artık büyümüş ve içindeki o iyi veya kötü bir şeyler yapma, olumsuz sinyaller verdiğini düşündüğü o garip iç sıkıntısının etkisiyle çatacak bir yerler ve bir şeyler arama duygusundan eser kalmamıştı ruhunda. Şimdi sadece yorgun, tükenmiş, neredeyse kurumuş bir ceviz yaprağı gibi hafif bir rüzgar altında oradan oraya sürüklenir gibi gidiyordu evine doğru.
Kapının zilini çalmaya eli uzanırken o anda annesi kapıyı açtı, oğluna sevinç ve hasretle sarılacak gibiydi o anda, ama galiba gencimizin görünüşünden ya da o annelik sezgisiyle bir şeylerin değiştiğini, eskisi gibi olmadığını anlayıvermiş, gülmeye hazırlanan yüzünde tedirgin bir ifade belirmişti. Evet, geleceğini dün akşamdan kısa bir telefon konuşmasıyla bildirmiş ve annesi de çok sevindiğini sözleriyle ve ses tonuyla ifade etmişti ona, dolayısıyla gelişi sürpriz değildi, ama kahramanımızın duruşu ve hâli pür melâli, şairin '' Bakışın benzemiyor mutâde '' dediği bir görünüm arz ediyordu. Kimse anlamasa anneler anlardı bu durumu, ve annesi de hemen anladı ''bir şeylerin'' iyi gitmediğini. Ama yine o eşsiz annelik iç güdüsüyle hemen ifadesini değiştirip, - Hoş geldin Oğluuumm! diye mahzun prensine tüm gücüyle sarıldı, elinden gelse o an oğlunu tekrar karnına, o dünya dediğimiz bu sahnenin içine ilk düşmüş olduğu yere saklayacak ve onu herkeslerden uzak rahat ve korunmalı sıcacık ortama geri koyacaktı.
Annesinin bu halinden etkilenen gencimiz de somurtup durmanın bir anlamı olmadığını, buraya onu üzüp endişelendirmeye gelmediğini, bu yaptığının artık can yoldaşını yeni kaybetmiş bir kadına yapılacak en büyük haksızlık olacağını, annenin o şefkatli kucağında hissettiği o saadet dolu kısacık zaman dilimi içinde hemencecik kavradı, ve o da zorlanarak da olsa bu oyuna iştirak etmeye mecbur olduğunu idrak ederek, annesini aynı güçte olamasa da sıkıca kucakladı ve - Anneeemmm! diyerek yanaklarından ve hafifçe nemlenmeye başlamış olan gözlerinden, sonra da ellerinden öptü. O an bu iki garip kuş, zamanın orada durmasını ve hep öyle kalmasını o kadar çok istiyorlardı ki..
İçeriden neşeli bir kız sesi duyuldu; -Dayım geldiiii! diye koşan sevimli yeğeni Beyza idi bu cimcime. O an ana oğul dünyaya geri döndüler, koşan sevimli kızcağızı hemen kucağına aldı gencimiz, küçücük elleriyle boynuna sımsıkı sarılan o henüz dünyadan ve her türlü dertlerinden bîhaber sabi, onu da neşelendirmeye yetti, içeri girerken yanlarına gelen ablası ve arkasındaki eniştesi bile bu mutlu tabloyu bozamadı, belki de tamamladı.
Yeğeniyle birlikte odasına çıkan, küçük bavulundan akşam sokak başındaki kırtasiye ve oyuncak dükkanından aceleyle aldığı gözleri açıp kapanan sarı saçlı, mavi gözlü bebeği çıkararak bu sevimli kızın neşesine neşe katan gencimiz ufak bir temizlikten sonra kendisini heyecan ve sevgiyle bekleyen ailesinin yanına, masadaki yerine oturdu. Anneciği sevdiği ekmek balığı dahil ne var ne yoksa masaya yerleştirmiş, ablası çayları doldurmuş, kahvaltı yerine bebeğiyle oynamayı tercih eden sevimli yeğen bile yanında ve neredeyse yapışık halde dayısına yaslanarak yerini almıştı. Mutluluğun resmi galiba bu sahneydi. Bir an hep buralarda kalsaymışım, hiç okumayıp İstanbullara gitmeseymişim daha mı iyi olurdu acaba diye düşünmekten kendini alamayan gencimiz bu mutlu tabloda üzerine hangi rol düşüyorsa onu oynamaya, bu bayram sabahını soldurmamaya karar verdi ve hep beraber gülmeli eğlenmeli, küçük kızın yaptığı hareketleri söylediği sözleri neşe ve gülümseme ile takip etmeli, adeta yeryüzündeki bütün dertlerin olumsuzlukların üzerine çıkmış, bulutlar üstünde, hatta cennetin güzel bir köşesinde hissederek kahvaltılarını yaptılar. Gencimizin yaralarının üzerine sağaltıcı bir merhem gibi gelmişti bu tablo.
Annesi o yas havasını atmış gibiydi sanki, bu kırk veya elli iki gün memlekette özel bir zaman dilimi olurdu, oralarda yakınını kaybetmiş insanın evi ziyaretçilerin bir biri peşi sıra geldiği, komşuların bile saygıdan evlerinde yüksek sesle gülmediği, tv ve radyoların bile neredeyse açılmadığı veya çok kısık dinlendiği, ölü evinde hiç yemek pişirilmeyip her gün bir başka komşudan kahvaltı dahil her türlü yemeğin, tatlının, çeşit çeşit el yapımı böreğin getirilip sonra da yine hep beraber tüketildiği, komşu hatta uzaklardan gelmiş tanıdık tanımadık kadınların sık sık sesli veya sessiz bir şekilde Kuran okuyup, bazen de bir Hocanın yönettiği dualar ve ilahilerle devam edilen yarı ruhani bir hava içinde günlerin ve gecelerin bir biri peşi sıra geçtiği bir zaman dilimi haline gelirdi bu süre. Adeta ölü yakınları yalnız bırakılmaz, yas hep beraber tutulur, ama buna yas tutma da denmezdi. Sanki bir süreçti bu, başlarda daha sık, sonra da günlük meseleler ve konuşmalar arasında yeri geldikçe merhumdan bahsedilir, onunla ilgili güzel hatıralar yadedilir, ama bu bir yas havasında değil de sanki son derece normal bir olaymış gibi hissettirilmeye çalışılırdı. Öyle ya, aslında merhumun vadesi gelmiş ve o da davete icabet ederek asıl dünyasına doğru yola çıkmıştı, onun için ah vah etmeye bağırıp çağırarak ağlamaya dövünmeye gerek yoktu ve hatta bu ayıp ve anlamsızdı, O artık bu sıkıntılı ve eziyetli dünyadan asıl yurduna göçmüştü ve zaten herkes de sırası geldikçe onu takip edecek, emri hak vuku bulduğunda onlar da bunu yaşayacaktı, ölüm sadece bir odadan ötekine geçme durumuydu ve bunun için üzülmeye dövünmeye gerek yoktu. Bu zaman dilimi içinde yapılmakta olan her şey, giden kişinin burada kalan en yakınının yalnız kalmaması, kendisini zavallı, çaresiz ve kimsesiz hissetmemesi için yapılıyordu. Annesi başta olmak üzere ablasına da hayatın devam ettiğini kabullenmek ve giden için dua etmekten başka yapacak bir şeyin olmadığını, geride kalanlar olarak, artık olan ve olacak olan her şeye hep birlikte göğüs gerileceğini, cenazede beraber ağlanacağını, düğünde beraber gülünüp oynanacağını, netice olarak aslında hayat dediğimiz şeyin bir oyun,gelip geçici bir heves olduğunu, ama bu hayatta birbirimize karşı üzerimize düşen vazifeler olduğu bilinciyle, hepimizin de insanlık, komşuluk ve dindaşlık görevlerimizi yerine getirmemiz gerektiğini, bunları sadece sözlü olarak değil, büyüklerden tevarüs edilmiş ritüeller ve samimi bir vücut diliyle sarılarak, ağlayarak, gülerek, kendi başına veya imeceyle hep beraber yemekler yaparak, temizlik ve günlük işlerde yardım ederek vesaire, ezcümle her ne yaparsak hep birlikte yapmamızın en doğru ve güzel yol olduğunu bilmek ve göstermekdi. Belki modern yaşam ve ferdiyetçi akımlar bunların tersini söylüyor, insanlara böyle anlarında yalnız kalmak, içine kapanmak, kendi tarzınca yasını tutmak ve yaşamak imkanı verilmesi gerektiğini öneriyorlardı ama bu kadim topraklarda gelenekler ve davranış kalıpları bu düşünce ve yaşam tarzını anlamıyor, ya da kabul etmiyor, kendi toplumsal tecrübesi ve alışkanlıkları nasılsa inanç ve inatla öyle yapmaya devam ediyordu.
* * *
Gencimiz de bu geleneğe uymakta tereddüt etmedi, severek ve hissederek mevlüde de katıldı, üzerine düşen rolleri elinden geldiğince düzgün ve eksiksiz yapmaya da çalıştı. Arada bir evden çıktığı zamanlarda eski arkadaşlarıyla görüştü, yerel gazeteyi ziyaret etti ve onlarla ilgili küçük bir haber ve taziye yazısı için teşekkür etmeyi de unutmadı. Hatta o kadar olumlu davranışlar içine girdi ki bu halinden paragöz eniştesi bile şaşkınlık ve utanç duydu, ve o da evle ilgili yaptığı bazı sinsi girişimlerden, başka üç kağıtcılıklarından bahsetmemeye karar verdi, böylelikle bu bir hafta ruhani bir atmosferde elbirliği ve dayanışma, ve karşılıklı olarak, yazılı olmayan ama herkesin seve seve uyduğu bir anlaşma havası içinde geçti.
Hafta tamamlanmaya yaklaşırken, gencimiz babasının mezarını her gün ziyaret edip yeni dikilmiş çiçekleri sulama işlerinin üzerine, çocukluğunun -ve galiba tüm hayatının- en güzel zamanlarının geçtiği yerlerin başında gelen bağlarına da bir iki kez gitti. Altında yatıp derin derin düşündüğü ceviz ağacıyla uzun bir hasbihal bile yaptı. Son gün, biraz da artık İstanbul'a gitme zamanının geldiği bilinciyle, gazetedeki vazifesine ufak bir hazırlık babıyla, tasarlamakta oldukları yazı dizisi için buralardan bir renk, yerel de olsa bir katkı, kısaca dağarcığına farklı bir şeyler biriktirmek gerektiği düşüncesi ile - belki de bu fikir süper egosu tarafından ona bir uyarı olarak gönderilmişti kim bilir-, burada kendisine soru sorulup bilgisine baş vurulacak yegane kişi olarak gördüğü Ali Haydar öğretmeninin yarı münzevi hayatı yaşamakta olduğu bağ evine bir ziyarette bulunmaya da karar verdi.
Bağ evinin demir kapısındaki çıngırağa eli uzandığı sırada bahçeden önce bir hırlama, sonra da tok ve kalın bir havlama sesi duyarak irkildi, ama biraz sonra yarı kulübemsi yarı villamsı, ama en ufak ayrıntısı bile hocanın, aslında bu iki müthiş karı kocanın eseri olan sevimli yapının kapısı açıldı ve Ali Haydar öğretmen dışarı dikkatli gözlerle bakmaya, bir yandan da köpeğe susmasını söylemeye başladı, çok ilginçtir o kocaman ve son derece vahşi görünüşlü köpek hocayı görünce hemen uysal bir öğrenci gibi sustu ve ardından da sevimli bir ev köpeği gibi kuyruk sallamaya başladı. Kısa süre dikkatle baktıktan sonra Ali Haydar hoca gencimizi hemen tanıdı ve - Ooo Fahrettin! hoş geldin, buyur buyur gel içeriye, dedi, korka korka kapıyı açıp içeri giren gencimiz, kendisine sevimli bir şekilde yaklaşan ve onu koklayınca hemen tanıdığını belli ederek sürtünmeye başlayan bu kocaman kafalı ve tertemiz yürekli Sarp'ı tedirgin bir şekilde başını okşayarak selamladı, sonra da hemen eğilerek hocasının elini saygı ile öptü (hoca her zamanki gibi öptürmemek için elini aşağı doğru kasmış olsa da) ve arkasından uslu bir öğrenci edasıyla verandaya doğru ilerledi. Bu arada da hocaya neleri nasıl sorması gerektiğini, kafasındaki soruları nasıl toparlayacağını düşünüyordu tabi ki bir muhabir titizliğiyle.
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder