50- Münzevi

 



     Bu idealist öğretmen, şimdi emekli olmuş ama mütevazı bağ evinde bitkileriyle, ağaçlarıyla, kümes hayvanları ve elbette köpeği Sarp'la öğretmen öğrenci ilişkisini mükemmelen devam ettiren - acaba yar-i vefakarı Zehra hanıma da öğretmenlik yapabiliyor mu? -  Ali Haydar bey (aslında ağa, bey, emmi, hoca gibi eski zamanları ya da ast üst ilişkisini anımsatan hitap ve kelimelerden hiç haz etmezdi Ali Haydar öğretmen, ama adam olmamakta kusursuz bir inat ve sebatla direnen aziz halkımız, biraz da gıcıklık olsun diye ona abi, hoca, bey gibi lafları yarı bilinçli, yarı alışkanlıkla sarf etmeden de duramazlardı) gerçekten de münzevi bir kişi miydi? Acar muhabirimiz, her ne kadar öğretmeninin karşısında bir müstantik veya muharrir gibi durmayı beceremese de, verandaya doğru saygılı bir ifade ve uysal bir öğrenci gibi hocasının iki adım gerisinden sessizce ilerlemekte olduğu sırada bu soruyu kendi kendisine sordu, ve cevabı alabilmek için de usturuplu bir cümle ile bu soruyu öğretmenine yöneltmenin bir yolunu aramaya başladı.


      - Bak Zehra! kim geldi? diye Ali Haydar öğretmen içeriye doğru seslendiği sırada da evin kapısında Zehra hanım (inşallah hanım sözünden gocunmaz hocamın eşi, ne diyeceğim yani, Bayan Zehra mı diyeyim şimdi) kapıda belirdi, ve eski bir öğrenciyi görmenin verdiği mutlulukla; - Hoş geldin Fahrettin, mevlüdünüz nasıl geçti? Allah kabul etsin, babanın mekânı cennet olsun, gel buyur, isterseniz içeri gelin, ama bugün hava çok güzel, burası da çok daha ferah, eee nasılsın bakalım, iyi misin evladım? dedi.


     - Çok iyiyim Zehra teyzeciğim, dedi ve öpmek üzere eline doğru eğildi ( o anda da gözü öğretmenine kaydı gayrı ihtiyari, acaba teyzeciğim lafına bozulmuş mudur diye, ama ondan her hangi olumsuz bir sinyal alamayınca rahatladı tekrar ), evet babamın mevlüdü ve kırkı anması için geldim, yarın da gideceğim, gitmeden önce de çok hatıralarımızın geçtiği bağımıza bir uğramıştım, sizi de göreyim istedim, sizler nasılsınız? maşallah ikinizi de çok iyi gördüm, cennet gibi bir mekanınız var, burada insan iyi olmaz mı? diyerek saygı ve iyi dilek belirten sözlerini tamamladı. Gelişinin asıl nedenini iyi gizlemişti doğrusu, habersiz izinsiz gelip, sizi sorguya çekmek, dünya ve insanlar hakkındaki görüşlerinizi, hayata bakış açınızı, varsa (olmaz olur mu) kırgınlıklarınızı öğrenmek için geldim demeyecekti tabi ki, ama öyle geçiyordum da uğradım diyerek de mülakata girilmezdi değil mi, bir şekilde konuyu o tarafa doğru sürüklemeye çalışacaktı artık, ama karşısında yılların kurdu, insan sarrafı olmuş, kül yutmaz, çetin ceviz bir adam vardı, bu da işin zor tarafıydı işte. Kendisini o anda gazeteciliğinin test edildiği bir imtihan, ya da sözlü sınav, bir çeşit mülakat sınavında gibi hissederek ağzının kuruduğunu hissetti ve gözleri masanın üstünde duran, el yapımı ustalarınca camdan imal edilmiş ve üzerine ters çevirilmiş bardağı da kapak işlevi görsün diye konmuş, böylece eski evlerimizin vaz geçilmez ve nostaljik bir parçası haline gelmiş olan o klasik sürahi bardak ikilisine çevrildi. Durumu hemen kavrayan Fatma hanım, bardağı eline alıp ters çevirdi, sonra öteki eliyle sürahiyi boynundan kavrayarak eğdi ve belki de biraz önce doldurulmuş olan buz gibi kuyu suyunu bardağa doldurarak gencimize uzattı. Hemen bardağı kapan gencimiz sanki çölden çıkmışcasına büyük bir iştiyakla, dışı şimdiden nemlenmeye buğulanmaya başlayan kesme tarzı yontulmuş kristal bardağı kafasına dikerek bir çırpıda suyu içti, az daha keyiften yumruğunun tersiyle, ıslanmış olan dudaklarını ve ağzını dahi silecekti ki o anda aklı başına geldi, buralarda yaşayan bir genç yapsa hiç yadırganmayacak olan bu hareketi, yol yordam öğrenmiş, (yontulmuş) bir İstanbul gencinin yapmasının ne kadar münasebetsiz bir davranış olacağını düşünerek utançla, - Çok sağolun efendim, susamışım gerçekten, ama kuyunuzun suyu da şeker gibi maşallah, bir yudumda boğazımdan ab-ı hayat gibi akıp gidiverdi diyerek bir İstanbul beyefendisi olma yolunda bir hayli mesafe katettiğini de ihsas ettirmiş oldu.


     Ali Haydar öğretmen bu yapmacık İstanbul şivesine biraz hayret ettiyse de pek takılmadı doğrusu, gencimizin toyluğuna, biraz da saflığına vermeyi tercih eti, bu arada gencimiz de verandadaki masanın bağı, ilerdeki tepeleri, ağaçları ve aynı zamanda da bu iki ihtiyar delikanlıyı görecek şekilde baş köşesine yerleşti. Hemen konuya dalmak isteği, ama öte yandan da adab-ı muaşeret kaidelerine de ters düşmemek arasında bocalarken imdada yine öğretmeni yetişti ve yol gösterici soruyu tevcih etti;


     - Eee nasılsın bakalım Fahrettin? Neler yapıyorsun, nasıl yaşıyorsun İstanbul'da dedi..


     Şimdi bu soruya cevap vermeye kalksa en az iki saat konuşması gerekirdi, hem de susmadan, ama lafın gelişi olarak sorulduğunu her Türk vatandaşı gibi o da biliyordu tabi ki ve; - İyiyim öğretmenim, bir gazetede çalışıyorum bildiğiniz gibi, sizler nasılsınız, sizleri çok iyi gördüm maşallah! ne kadar güzel böyle tabiatın içinde, insanlardan uzak, gönlünüzce yaşamak değil mi? diyerek gelen ilk soruyu savuşturup karşı hamleye geçme teşebbüsünde bile bulundu, ama yılların kurdu tabi ki bu cılız karşılığı yemedi ve sorguya devam etti;


     - İstanbul'da yalnız mı yaşıyorsun? diye can alıcı bir salvo daha geldi hocadan, bir yandan da oğlum sen bu merdivenleri çıkarken biz iniyorduk, biz kaçın kurrasıyız? böyle şeyleri yemeyiz der gibi bakıyordu acar muhabirimize. Gencimiz büyük bir açmaza girmişti bir anda, sen misin insanlardan uzak yaşıyorsun diyen, asıl sen koskoca İstanbul'da insanlar içinde mi yaşıyorsun bakalım, kim yalnızmış bir anlayalım demişti, şimdi kıvranma sırası gencimizdeydi artık. Tam mat oldum oyunu bırakıyorum diyecekti ki, usta oyuncu bir açık kapı gösterdi öğrencisine;


     - Kolay değil o koca şehirde tutunmak oğlum, sana bravo bir iş bulmuşsun, değerli bir kadro içindesin izlediğim kadarıyla (bak bu hocanın da dünyadan ne kadar çok haberi varmış yahu!) senin gibi bir öğrencimin başarısı beni her zaman gururlandırmıştır, ben zaten sendeki cevheri biliyordum (rahatlatıcı soluk aldırıcı bir ara) seninle gurur duyuyorum, rahmetli baban da sohbetlerimizde senden hep memnuniyetini belirtmiştir, sana yolunda her aman başarılar diliyoruz, senin için yapabileceğimiz bir şey varsa her zaman kapımız açık, telefonumuz açık oğlum, benim merak ettiğim şey o koca memlekette, -hatta ülke bile diyebiliriz-, o devasa ortamda günlerin nasıl geçiyor, belki özel hayatındır istemeyebilirsin böyle bir soruyu ama, her anne babanın özlemi evladının mürüvvetini görmektir, bizler de sizlerin yarı ana babanız sayılırız o yüzden soruyorum zaten, yalnızlık Allaha mahsustur, bir sevdiceğin, yavuklun var mı o gurbet ellerde? diyerek ikici ve öldürücü darbeyi vurdu gencimize. Bilseydi gencimizi buralara gönderen gizli sebebi, böyle bir soru sormanın ne kadar merhametsizce bir iş olduğunu anlardı mutlaka bu yaşlı kurt, ama daha yeni kabuk bağlamış bir yarayı deşmenin ne mânâsı vardı ki şimdi?


     O anda anladı vaziyetini gencimiz; başkasının gözündeki çöpü gösteren kişi önce kendi gözündeki merteğe baksın anlamındaki bir ata sözü aklına geldi. Sen bizi inzivada görüyorsun ama sen önce kendi haline bak, koskoca şehirde yaşıyorsun, bakalım sen ne kadar yalnızsın, derdini açacağın, sığınacağın bir yuvan, eşin yoldaşın var mı? Gerçek yalnızlık nedir? Kim daha yalnız? Çaresiz? anlat bakalım.


     - Daha çok olmadı öğretmenim, okulu bitireli de çok olmadı, bir şekilde tutunmaya çalışıyorum işte, bir küçük ev kiraladım, işime yakın, yavaş yavaş bir çevre ediniyorum, daha askerliğimi bile yapmadım biliyorsunuz. Yakında şubeden celbim gelir, bu arada bir üst lisans programına başlamayı düşünüyorum, böylece askerliğimi biraz daha erteleyebilirim, erkek olmanın böyle bir dezavantajı var işte hocam, dedi.


     - Doğru diyorsun ama Fahrettin, bizim memlekette askerliğini yapmamış adama kız bile vermezler biliyorsun, asker ocağı erkeği çocukluktan olgunluğa çıkarır, askerliği gereksiz bir görev olarak görme, bu vatan kolayına kazanılmadı, her karış toprağının altında şehitlerimizin kanı var, hoş şimdiki nesil böyle hamasi cümlelerden anlamıyor ve pek de hoşlanmıyor ama, biz öğrencilerimize vatan denen kavramın ne olduğunu öğretmeye çalıştık her şeyden evvel, benim diyeceğin, gurur ve sevinçle üzerinde yaşayacağın, öldüğünde de bağrına yatacağın topraktır vatan, erkek evlatları onu korumayacak da kim koruyacak? kız evlatları toplumu yaratacak, nesilleri yetiştirecek, erkek evlatları da düşmana, kem gözlere karşı onu koruyacak. Erkek başta ailesini, ama asıl ailesi olan vatanını koruyacak oğlum, askerliği lüzumsuz bir iş, angarya gibi görmeyelim, nasıl köylerimizi, çiftliklerimizi yabani hayvanlardan, kurttan canavardan koruyoruz, aynen ülkemizi de öyle koruyacağız düşmandan, başka yolu var mı? dedi.


     Doğru söze ne denir, hoca taşı iyi koymuştu gediğine, çıkar çıkarabilirsen, ama dur bakalım bu çetrefil işten nasıl sıyrılacaktı gencimiz, onun sıkıntısındaydı ki, bu sefer imdada elleri üzeri meyva ve kurabiyelerle dolu iki tabakla içeriden çıkan Zehra öğretmen yetişti. İyi ki kadınlar var dedi içinden gencimiz, onlar olmasa biz erkekler düşman muhabbetinden gireceğiz, silah ve savaştan çıkacağız. İşimiz gücümüz düşmanları ezip yok etmek, varlığımıza göz diken şom ağızları susturmak, huzurumuzu kaçıran kargaları baykuşları kovalamak. Oysa kurabiyeler, çay, birazcık gülümseme, iki espri, bir şiir, bir şarkı, hoş sohbet bizim de hakkımız değil mi. İyi ki Ali Haydar hocalar çok değil, bunlar durup dururken savaş çıkarırlar mâzallah! diye düşünerek minnetle Zehra hanıma baktı gencimiz, o da halden anlarcasına; -Ne o hemen Fahrettini sorguya çekmişsin görüyorum da Ali! dedi, gencimiz hemen atıldı, - Yok efendim, dedi, Hocam her zamanki gibi doğru şeyler söylüyor, hep ondan feyz almışızdır sağolsun dedi. Bu söz üzerine Zehra hanım da, peki öyleyse, sen kaşındın, kendi düşen ağlamaz! benden bu kadar, dercesine gülümsemekle yetindi ve çayları getirmek üzere tekrar içeri girdi.


     Zorunlu molanın ardından zorlu satranç kaldığı yerden devam etti;


     - Hocam dedi gencimiz, (bu hitabı gıcıklığına mı yoksa içtenlikle mi yapıyordu gencimiz o anda bilinmez, kavgada yumruk sayılmaz demiş atalarımız, aynen öyle) aynen dediğiniz gibi, o kadar kalabalık içinde insan anlaşabileceği, aynı frekansta konuşan, aynı şekilde düşünen insanlarla o kadar zor karşılaşıyor ki, bir an geliyor lanet olsun! diyecek gibi oluyor, her şeyden uzaklaşıp aynen bir salyangoz gibi ya da bir kaplumbağa gibi sert ve koruyucu kabuğunun içine çekilesi geliyor, kendisini dağlara, kırlara, insanlardan uzakta bir yerlere atmak istiyor, ama öte yandan da yalnızlık Allaha mahsustur diyerek, insanların arasına geri dönmeyi, hatta karşı cinsten bir arkadaş, bir dost, bir sevgili bulmayı, onunla bir ve beraber olmayı istiyor, bu galiba insanların hem açmazı hem de talihi. Canlılar en başta hayatta kalmayı yani barınmayı, sonra da neslini devam ettirmeyi hedefleyecek şekilde yaratılmışlar, istesek de istemesek de bu yazgımız. Bu görevlerini yaptıktan sonra sadece canlılar içinde insan türü, etrafını gözlemeye, evrenin ne olduğunu, niçin yaratıldığını, asıl amacın ne olduğunu anlamaya çalışıyor, diğer tüm canlılar asli görevlerini yapıyorlar ve sonra da gitme zamanları gelince sahneyi terk ediyorlar, bir tek biz insanlar sanırım bütün bunlara bir anlam vermeye, öldükten sonra da hayatiyetimizin bir şekilde devam edeceğini ummaya, kısacası bu alemde bir misyonumuzun olduğuna inanmaya çalışıyoruz. Bu çabalar devam ederken de ister istemez başta tabiatla, ama daha çok da insan insanın kurdudur demişler, birbirimizle mücadele ediyoruz. Sonu hemen her zaman hüsranla bitecek bu çabalar sonunda da ortaya bir kaç eser, teori ya da hoş sadâ bırakarak sahneyi yeni gelenlere terk ediyoruz, tek amacımız yeni geleceklere bir şeyler öğretecek, onlara kılavuzluk edecek yol gösterecek, böylelikle de işlerini kolaylaştıracak bir şeyler bırakabilmek. Ama bakıyorum da bazı insanlar, ya dertlerini anlatamadıkları için, ya karşılarında onları dinleyecek anlayacak birilerini bulamadıkları için, ya da daha kötüsü, doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar misali toplumdan dışlandıklarını hissettikleri için, veya daha kısacası işin özeti, yoruldukları için toplumdan uzaklaşmaya, bir çeşit gönüllü sürgüne çıkmaya, inzivaya çekilmeye, yaşı ilerledikçe önceleri küçük bir dere olarak çağlarken, ırmaklara ve ummana ulaşınca sessizleşen sular gibi suskunlaşmaya, hâmuş olmaya karar veriyorlar. Bir mevlevihanede görmüştüm, eski dedelerin ve mevlevi büyüklerinin gömüldüğü yere Hâmuşan yani suskunlar yeri dendiğini, oradan aklıma geldi bu deyim. Galiba münzeviler de '' Ölmeden evvel ölünüz!'' düsturu gereğince ölüm onlara gelmeden toplumdan ellerini eteklerini çekiyorlar, ne dersiniz? dedi...








                                                                  *                     *                   *






   


     



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

41- Utanç

42- Yılkı