52- Hocam

 



     Aklınca idealist öğretmenini zayıf olduğunu düşündüğü maneviyat tarafından sıkı bir hamleyle açmaza alacağı çabasıyla attığı bu uzun tirat oldukça safiyane bir hamleydi galiba, biraz da; -Bak Hoca! ben de büyüdüm artık ve epeyce bir şeyler de öğrendim, bunlar öyle süfli konular da değil ha! sizin neslin -biraz da başka öncelikler nedeniyle olsa gerek- ihmal ettiğiniz, ama neticede bir acemi yontucu tarafından yapıldığı şıpın işi anlaşılan içi boş bir alçı heykele benzemekten pek öte gidemeyen yüce amacınızın semeresi, sonunda ortaya çıkan aletin, ustasının içine ruhundan üfleyerek ondan gönülleri fetheden bir ses çıkarmadıkça ancak köpek kovalamaya veya sürü gütmeye yarayabilecek  bir kargı sopasından başka bir şey olamadığının fark edildiği, yönteminizin yanlışlığı yüzünden ulaşacağınız sonucun hüsrandan başka bir şey getirmeyeceğini, o kadar uğraştıktan sonra ortaya Ney olarak çıkardığınız eserinizin ancak sönük, verimsiz ve onu yapanın dahi lezzet alamadığı, -aynen tabldot lokantalarındaki gibi- belki karın doyurucu ama gözü ve ruhu besleyemeyen bir aş pişirmekten öteye gidemediğini siz anlayamadınız ama işte ben gördüm ve anladım!, belki de bu hakikatin farkına vardığınızda da bunun acısıyla kendinizi sizi anlamayan -benimsemeyen- toplumdan soyutladınız, kıymetinizi değerinizi bilmeyen insanlardan bir anlamda yüz çevirdiniz ve kendinizi buraya kapatarak hem kendinizi hem de onları cezalandırmaya kalkıştınız!.. der gibi biraz ukala, biraz da meydan okumacı bir çaba içine girmişti bu kötülük nedir bilmeyen saf ve iyi niyeti her şeye rağmen bir türlü körelmeyen öğretmenine karşı. Gencimizi öğretmenine hakkında böyle düşünmeye iten neydi acaba?, galiba böyle aklı başında bir adamın inzivaya çekilmesinin anlamsız, yararsız ve hatta bencilce bir eylem olduğu, Ali Haydar öğretmenin de anlamsız yararsız ve bencilce şeylere tamamen zıt bir yaradılışta olduğu düşüncesiydi. Bakalım bu biraz ukalaca ama kesinlikle kışkırtıcı hamle hedefi vurmuşu muydu, yoksa iftar topu gibi sesi gür ama başka da bir özelliği olmayan kuru sıkı bir patlamadan ibaret bir şey miydi, şimdi onun merakıyla bu yaşlı çınarı izlemeye başlamıştı. Aslında hem cevabı bekliyor, hem de onun üzerinde çok emekleri ve hakkı olan bu yaşlı adamı kırıp kırmadığını düşünüyordu, öyle ya adamcağızı neredeyse salyangoza ya da  kaplumbağaya benzetmiş, toplumdan dışlanmış bir meczup durumuna düşürmüştü, bir yandan kendisine kızıyor, hay dilim kurusaydı da böyle laflar etmeseydim, yaptığım çok ayıp bir şey, anamdan babamdan böyle terbiye mi aldım ben? bir çuval inciri berbat ettim, artık buraya gelecek yüzüm de kalmadı, şimdi bu kırdığım potu, devirdiğim çamı nasıl düzelteceğim? diye düşünüyor, öte yandan da hoca da bana sert konuştu, bir yavuklun var mı?, niye yok?, sen normal (!) bir genç değil misin? dercesine sorular sordu, beni kızdırdı, ben de kontrolümü kaybedip ona giydirdim, aslında dediklerimde çok da ağır şeyler yok, hatta çoğu doğru şeyler, sen o kadar sene bu toplumu eğitmeye yükseltmeye çabala, ondan sonra da küs uzaklaş, yaptığın doğru değil öğretmenim! dercesine ikircikli duygular içindeydi ve hocanın nasıl bir cevap, daha doğrusu karşı hamle yapacağını merakla ve ürkerek beklemekteydi.


     - Fahrettin oğlum, dedi öğretmen,(ohh! yarabbi şükür, kızmamış o kadar galiba) sen yanlış düşünüyorsun bence, bir defa ben inzivaya falan çekilmedim, burada son derece mutlu, üretken ve sağlıklı bir şekilde yaşıyorum, gördüğün gibi ne bende ne de Zehrada mutsuzluk, bedbinlik hali yok, sen galiba biraz şablonlu düşünmeye alışmışsın, inşallah senin de öyle zamanların gelir, emeklilik diye bir şey var, insan bedeni yaşlanıyor, hep aynı şeyleri yapmak aynı işleri görmek, monoton bir hayat ayrıca insanı yıpratıyor, belli yaşa gelince insanlar da aynen inişe geçen bir uçak gibi motorları yavaşlatmaya, gazı kesmeye, yavaş yavaş son durağa doğru süzülmeye geçmeyi istiyorlar, yani biz Allah korusun hep havada uçup öyle mi devam edeceğiz yaşamaya, şurası bir gerçek ki hiç bir uçak da sürekli havada kalamaz zaten, ya sağ salim yere iner, yahut da düşerek yere çakılır. Biz sağ salim yere inip motorları durdurmaya, selametle uçağı terk etmeye çalışıyoruz hepsi bu. Hem inzivaya çekildiğimizi nereden çıkardın? şehirin biraz dışındaysak da radyo, gazete, televizyon her an bizi haber bombardımanı altında tutmaya devam ediyor, bazen keşke burada bunların bir tanesi bile olmasa dedirtiyor neredeyse izlediklerimiz duyduklarımız. Münzevi kişileri o yüzden anlıyor ve hak bile veriyorum, ama öte yandan, hele de bu devirde inzivaya çekilmek imkansız gibi bir şey, eskiler insanlardan uzaklaşıp dağlarda mağaralarda ya da daha hafif haliyle manastırlarda tekkelerde, çilehanelerde inzivaya çekilirlermiş, ama onun bile bir nihayeti var, bu arada çileden çıkmanın ne olduğunu bilir misin?, çile kırk demektir farsçada ve kırk gün çilehanede inzivaya çekilen dervişler orada yaptıkları nefis muhasebesinden, nefsiyle yani bedensel dürtü ve istekleriyle mücadele edip; az uyku, az yemek, bol tefekkür ve dualardan sonra çilehaneden şeyhlerinin izniyle -belirli süreyi doldurduktan sonra- yine insan içine çıkarlarmış, buna da çileden çıkma denirmiş, Mevlevihaneleri gezmişsin, oralardaki çilehaneleri de görmüşsündür muhakkak, yani işin özeti dağın başına da çıksan, mağaranın en derinine de insen, ormanların en kuytu yerlerine de gitsen sonunda yine insanlar içine dönmek, kalabalıkların arasına çıkmak zorundasın, dedi.


     Tam o sırada da içeriden Zehra öğretmen çıktı, yine bizimki buldu zavallı bir öğrenci ders veriyor dercesine biraz gülümseyerek, biraz da gencimize acıyarak baktı, ama asayişin berkemal olduğunu görünce de çayları tazelemek amacıyla tekrar içeri döndü, bir yandan da kocasının konuşması, bir şeyler anlatması hoşuna da gitmiyor değildi, böylelikle adam suskunluktan kurtuluyor, dahası onun çevresinde dolanıp işine karışmasından da uzaklaştığı için memnun bile oluyordu böyle zamanlarda.


     Ali Haydar öğretmen, adeta genç bir kız gibi hareket eden enerjik ve güler yüzlü eşini sevgi ve minnetle bir süre süzdükten sonra, aklına yeni bir şey gelmiş gibi yüzünün çizgileri yumuşadı ve bu kez daha babacan bir tavırla sözlerine devam etti.


     - Görüyorsun oğlum dedi, bir insanın en büyük şansı ve hazinesi sevdiği bir hayat arkadaşının yanında, önünde ve arkasında olduğunu bilmesi ve hissetmesidir, dedi. Böylelikle galiba gencimize aniden yönelttiği senin arkadaşın yok mu sorusunun gerekçelerini açıklıyordu;


     - İnsan, dedi, toplumsal bir varlıktır, aslında tabiatta hiç bir canlı yalnız yaşayamaz, dediğin gibi her şeyden önce kendisinden sonraki nesillere bir şeyler bırakmakla mükelleftir, bu davranışa üreme, çoğalma arzusu gibi basit kelimelerle bir açıklama getiremeyiz. Tek hücreli canlılar kendileri bölünerek çoğalırlar sadece, onların hemen bir üst aşamasındaki canlılarda erkek ve dişi cinsler ortaya çıkar, bunun en başta gelen sebebi gen alışverişiyle en güçlü ve dayanıklı bireylerin genlerinin kullanılarak tabiatta mücadeleyi kazanabilmek için yeni gelecek üyelerin imkan ve kabiliyetlerini geliştirebilmektir. Erkek nesli diğer erkeklerle güç gösterisine ve kavgaya bu yüzden tutuşur ve en güçlü, en dayanıklı olan erkek, neslini devam ettirme hakkını kazanır. Bunları sen de biliyorsun tabi ama iş insan ırkına gelince sahne ve oyun tarzı değişir, çünkü insan plan yapan, çevresini ve rakiplerinin psikolojisini izleyen, amacı doğrultusunda diğer rakiplerini zaman zaman kullanan, zaman zaman da birbirine kırdıran, böylelikle avantajlar kazanarak toplumunda lider olmaya çalışan bir varlıktır, bu yüzden bırak inzivayı, toplumdan uzaklaşmayı bile düşünemez ve kaçmayı kendisine yediremez, öte yandan tamam; belli bir yaşa gelip de nefsini tatmin etmiş, veya daha başka yüce değerlere yönelmiş insanlar da vardır, ama onların bile hâlâ içlerinde en güçlü, en muktedir bir birey olma ihtirası, ateşi yanar durur, derler ya horoz ölür ama gözü de çöplükte kalır diye, aynı hesap.  Neyse ki ve şükürler olsun ki, Erkeklerin bu özelliğine karşı, Kadınlar yaratılış olarak bu kadar açık doğrudan ve toplumda güç gösterisi düşkünlüğü içinde değildir, en azından bu amaçlarını belli etmezler, onlarda da mutlaka dikkat çekme, tercih edilme, beğenilme ve çekici olma, olayları yönetme arzusu vardır, ama onlar kaba güçten çok akıl ve zekalarıyla, sezgileri ve entrikacı yönleriyle mücadelede öne çıkmaya çalışırlar, neticede de her şekilde erkek ve dişi aynen bir kilit ve anahtar gibi ancak bir olunca birbirini tamamlar ve bir anlam taşırlar, her iki cins kavgada da, barışta da birbirine muhtaçtır, ve ancak bütünleştikleri zaman ruhları ve bedenleri huzura kavuşabilir, tatmin olabilir. Sen sanırım sorularımdan senin özel hayatını merak ettiğimiz zehabına kapıldın, benim sorum hemen her anne babanın, veya seni çocukları yeğenleri gibi gören her büyüğün merak ettiği, hatta hayatın bu amacını hatırlatmak, seni de gereğini yapmaya yönlendirmek, bir anlamda itelemek amaçlı bir sorudur, bu soruya bekâr kaldığın tüm hayatın boyunca muhatap olacaksın ne yazık ki, dedi ve muzipçe gülümsedi öğretmeni. Sonra da; - Umarım bu sorumdan alınmamışsındır, hayatın gerçeklerini, amaçlarını bilinçli veya bilinçsiz büyükler küçüklere hep böyle ihsas ettirirler işte, diyerek bu soruya verdiği cevabı tamamladı.


     - Şimdi gelelim toplumumuz hakkında neler düşündüğüme, dedi Ali Haydar öğretmen, sonra devam etti; - Bir gazeteci olarak bunu merak ettiğini tahmin ediyorum ve özellikle de beni bunun için ziyaret ettiğini düşünüyorum, dedi. Biliyorsun ben toplumun en alt tabakası olarak hor görülen, ama aslında en verimli ve değerli hazinesi olan köylü toplumundan gelen bir kişiyim, Atatürk köylünün değerini anlatmak amacıyla ''Köylü milletin efendisidir'' demiş, ama çoğu sözü gibi onun da değeri pek anlaşılamamış veya anlamazlıktan gelinmiştir. Her neyse, senin anladığını biliyorum o yüzden konuyu uzatmayayım, neticede ben ve eşim devletimizin gerilikten kurtulmak, topyekün ve hızla kalkınmak için bulduğu ve geliştirdiği müthiş proje olan Köy Enstitüleri deneyinden, yani kısaca köylerden başlayan muazzam bir kalkınma hamlesinin ön cephesinde savaşacak neferleri olarak yetiştirildik ve hiç bir zaman bu amacımızı ve ideallerimizi unutmadık, mücadelemizde çok darbeler aldık, kısa zamanda nefesimizi kesmeye çalıştılar, karalamalarla, iftiralarla, sürgünlerle boğuştuk ama yapabileceğimiz elimizden gelen ne varsa yaptık ve bu açıdan da vicdanen müsterihiz, ama bu bir idealdir ve bitmeyecek bir savaştır, ancak ölünce veya hedefimize ulaşınca görevimiz biter onun da bilincindeyiz, o yüzden çabalarımıza devam ediyoruz ve ulaşabildiğimiz herkesle iletişimimizi devam ettirmeye, ideallerimizi anlatmaya, halkımızla dayanışmaya, sürekli uyarmaya devam ediyoruz. Buradan biz her konuda haklıyız, karşımıza çıkan herkes düşmandır, hayındır, bozguncudur diye düşündüğümüz aklına gelmesin, biz onları henüz uyanamamış, bilmeyen, öğrenemeyen birer öğrenci, cahilliğinin bile farkında olmayan kişiler gibi değerlendiriyoruz ve onların bu halinin de yine bizim eksikliklerimizin, onları iyi eğitememiş olmamızın sonucu olarak görüp kendimize sürekli yeni görevler yüklüyoruz. Dışarıdan görenler için durumumuzun acıklı olduğu, adeta birer Amok koşucusu gibi ölümüne bir yarış, bitmeyen bir koşu içine girdiğimiz, ulaşılacak hedef henüz ortada bile görünmediği için sonunda tükenip pes edeceğimiz gibi bir sonuç çıkarılabilir, hatta onlar kısa vadede haklı da görünebilirler, ama tarih sonunda bizim gibi düşünenlerin ve savaşanların hakkını teslim eder biz bunu biliyoruz, biz her şeyden önce bizi o son derece umarsız ortamlardan çıkarıp bu seviyeye getiren devletimize ve milletimize karşı borcumuzu ödemeye çabalıyoruz, ama bu borcun hiç bir zaman ödenemeyeceğinin de hiç bitmeyeceğinin de bilincinde olmamız gerektiğini de biliyoruz. Borcumuzun ne kadarını ödeyebilsek o kadar çok mutlu oluyoruz, hatta toplumumuz bizleri dışlasa da, mezhebimizi, içinden geldiğimiz memleketimizi öne çıkararak bizleri aşağılamaya çalışsa da bizim için hiç fark etmez, önce devletimize, sonra da kendimize ve ideallerimize karşı saygımız bizi böyle düşünmekten ve hareket etmekten hiç bir zaman uzaklaştıramaz. Böylelikle hayata bakış açımızı da özetlemiş oldum. Gelelim günümüzdeki siyasi yönetimler ve günümüz toplumu hakkında neler düşündüğümüze, dedi.


     Kısa bir soluklanmanın ardından ciddi bir tavırla devam etti eski tüfek, ihtiyar, ama gönlü ve zihni  genç delikanlı;


     - Buraya kadar söylediklerimden mutlaka sonucu çıkarmışsındır, ama ben yine de kısaca özetleyeyim; gerek insan olarak, gerek de toplum olarak içinde bulunduğumuz durumdan, her kişiden önce kendimizi sorumlu tutmalıyız, olan her türlü olumsuzluğu seçtiğimiz yöneticilere, muhalefete, dış dünyaya ve düşmanlara, kökleşmiş boş inanış ve geleneklerimize, hatta zamanın ruhuna veya başka başka faktörlere suç atmakla kendimizi aklamaya çalışmak mantıklı ve yeterli değildir, elbette yukarıda saydıklarımın hepsinin bir derece ve oranda etkisi vardır geldiğimiz durumda, o yüzden olan bitene kahrolmak, bizden öncekiler nerede hata yapmışlar, bizler ne gibi hatalar yaptık ve yapıyoruz gibi düşünceler elbette önemli ve gereklidir, ama bütün bunların içinde boğulup kalmak, sonunda da umudu kesip hayattan kopmak, karamsarlık içinde sürüklenip gitmek de bizlere yakışmaz ve yanlıştır. Bütün bunların sonunda bu konuda ben şöyle bir neticeye vardım; Memlekette derin bir yönetim krizi, daha doğrusu kötü yönetim ve onun yarattığı stres ve derin bir kötümser ruh hali var insanımızda. Herkes bir çıkış yolu arıyor, ama önce niçin bu duruma geldik, ne zamandan beri böyle, hangi hatalar bu hale sebep oldu gibi soruların cevabını aramak ve bulmak lazım, bu amaçla da hekimlerin yaptığı gibi düşünmeli ve iyi bir tedavi için en başta doğru bir teşhis gerektiği prensibi gereğince hareket etmeliyiz. Böylece benim fikrime göre her şeyden sadece yönetimi sorumlu tutmak ve suçlamak kolay ama yetersiz bir açıklama tarzı olur. Bu yönetim başımıza gökten inmedi, onu elbirliği ile hepimiz seçtik, -hayır ben oy vermedim bu yönetime, benim sorumluluğum yok! diye de sıyrılamazsınız bu işten, seçim gününe kadar nelerin olduğu, buraya gelirken hangi aşamaları yaşadığımız, kişiler ve gruplar arasındaki karşılıklı etkileşmeler ve tepkiler, duygusal yakınlık ve düşmanlıklar, nereye gidildiğini göre göre olan bitene gidişata duyarsız kalmalar, hatta açıkça haksızlıklar işlenirken aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek dışardan seyretmekle yetinmeler, nemelazımcılıklar, bana ne, bana bir şey olmaz, ben keyfime bakarım benim tuzum kuru havalarına girmeler, gözünün önünde komşun dayak yerken, haksızlığa uğrarken görmezliğe duymazlığa gelmeler, çevreni etrafını bırak başka ülkelerde gerçekleşen haksızlıklara adaletsizliklere, kıyımlara bile bizden onlardan gözüyle bakmalar, bırakın birbirlerini yesinler tavırları ve daha neler neler.. hepsi bizi bu duruma getiren yolun taşları değil miydi? İğneyi kendine çuvaldızı başkalarına batırmalı sözü gereğince neticede hepimiz sorumluyuz durumdan ve ben kendimce şöyle matematiksel bir sorumluluk dağılımı yaptım, burada oranlar aşağı yukarıdır ve unutulmuş olanlar mutlaka vardır, ama benim görüşüme göre sorumluluk ve kabahat oranları şöyle, istersen eline kalem kağıdı al ve not et;

1.Yönetim, kısaca Hükümet; yüzde 20 (Başkanlık sisteminde Başkan: yüzde 15, Kabinesi: yüzde 5)

2. Seçmenler, yani tüm oy veren veya vermeyerek tavrını belirleyen halk kitlesi: Yüzde 25 (dikkat edilirse yönetimden 5 puan daha çok, çünkü onları seçen kitle bilerek ve isteyerek onları seçti)

3. Denetim, gözetim, itiraz ve yol gösterici aygıtlar; bunların payları da şöyle;

    A. Basın: yüzde 15

    B. STK lar: yüzde 5

    C. Yargı: yüzde 15 

    D. Parlamento; kısaca meclis, yani muhalefet veya muvafık tüm parti ve milletvekilleri: yüzde 15

    E. Bilim, Felsefe, Sanat insanları; kısaca kanaat önderleri: yüzde 5


     -  Görüldüğü gibi o gitsin bu gelsin, o zaman her şey çok güzel olacak, her şey yoluna girecek diye bir düşünce gerçek değil, masal. Tüm dünyaya ve ileri dediğimiz ülkelere bakıyorum, onlar bile zaman zaman nalıncı keseri gibi kendilerine yontuyor, çıkarları nasıl gerekiyorsa öyle hareket ediyor, önce can sonra canan, bunların dışında kalanlar, hele sınırlarımın dışındaysalar, dünya yansa umurumda değil havasındalar. Görüyorsun tüm insanlık olarak da işimiz çok zor, kolay ve hazır reçete yok, ama neden böyle diye üzülmeye kahrolmaya, umutsuzluğa da mahal yok.


     Bu durumda benim kişisel davranış şeklim nasıl olmalı, bu konudaki özet görüşüm de şöyle; yanlış gördüğüm hadiseler karşısında önce elimle yapabileceğim şeyleri yapmak, elimle yapamadığım şeyler için dilimle veya kalemimle anlatmak ve uyarmak, bunları da yapamadığım durumlar için de önce bedenen ve kalben uzak durmak, alet olmamak, yakınında durmamak, tehlikeli ortamlardan yani ateşinden ve yıkımından uzak durmak, kendimin ve yakınlarımın beden ve ruh sağlığını korumak ve güvenceye almak, kısacası yakın tehlikeden en azından uzak durmak, benzetme yaparsak fırtınalı denizde önce kendi sandalımı uygun ve salim bir limana ulaştırmak, bütün bunları yaparken de moral bozukluğuna, üzüntü ve karamsarlık batağına batmamaya çalışmak, ufak molaların ve güzelliklerin tadını çıkarmak, değerini bilmek, gülümsemeyi alçakgönüllülüğü ve kalenderane davranmayı bırakmamak, başa gelen her şeye dervişane bir tavırla hoş geldin safa geldin diyebilmek ve bir an bile doğru bildiğin istikametten uzaklaşmamaya sapmamaya çalışmak, bunun için de her zaman uyanık, tedbirli ve daima tetikte olmak her an kendini kontrol ve denetlemek, aynı zamanda da yaşadığın anın kıymetini bilmek ve keyfini çıkarmak, yani hem anı yaşamak, hem de geleceğin güzel güzlerini hedeflemek, hayal etmek. İşte benim hayat düsturum bu oğlum, dedi.





                                                           *                           *                           *




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

41- Utanç

42- Yılkı