57- Empati
Gencimizin sorduğu can alıcı soru Ali Haydar öğretmenin de sürekli aklında olan ve çözemediği en büyük meseleydi kesinlikle. Bakalım hocanın sürekli çözmeye çalıştığı, nerede hata yapıldı, başarısızlığın en büyük nedeni neydi gibi sonu gelmez ve cevabı bilinemez sorulara, gencimizin biraz ukalalık kokan tespitleri ve araya sıkıştırdığı biraz da can acıtıcı gelen saldırımsı hamleleri bir cevap getirecek miydi?
- Empati, dedi öğretmen, bizim kuşağımız adını bile duymadı onun, ben bile olgunluk çağlarımda okuduğum psikoloji kitaplarında gördüm bu kavramı, gerçi bizler de hiç empati yapmıyor muyduk dersen, yapıyorduk galiba. Ninelerimizin dedelerimizin bizleri geceleri dizlerinin üstüne yatırıp, yorgun sert ve nasırlı elleriyle sırtımızı sevecenlikle hafif hafif kaşırken anlattıkları masallarda, başı sürekli belaya giren, kimsenin acıyıp da yüzüne bakmadığı, halini sormadığı, sürekli aşağılanan itilip kakılan, arada bir gittiği zengin kapılarından kovulan, horlanan fakir kız çocukları, aynı vaziyetteki sümüklü yetim oğlanlar, hatırını kimsenin sormadığı, kapısını kimselerin çalmadığı hasta teyzeler nineler, tarlada canı çıkarak çalışan ama kadri kıymeti hiç bilinmemiş yorgun dedeler ve onlar gibi olan nice nice zavallıların başına gelen bin bir çeşit zorluklar, haksızlıklar, bütün bunlara ve kötü kaderlerine karşı çıkmaya çalışan bu bahtsızların umutsuzca yaptıkları hayatta kalma, hakkını arama mücadeleleri, sonu gelmeyen türlü acılar içindeki bu zavallıların hallerine karşı o çocuk ruhumuzda bir yakınlık duyma, bir iç sızlaması, dertlerine ortak olma hissi doğuyordu, ama aslında bu dertlerin biraz daha azıcıkları, biraz daha hafifleri hemen hemen etrafımızdaki herkesin başında olduğu için, sonuçta iyilerin kazanacağı garanti olan bu masalları pek de üzülmeden, hatta gülünecek kısımlarını da kikirdeyerek dinlediğimizden, kendimizi pek de o kahramanların yerine koymadan neredeyse bir film seyreder gibi hayal ederdik o kahramanları. Sonradan da gerek Karagöz oyunlarında, gerekse çizgi filmlerde dayak yiyenlerin, damdan veya daha da çok yükseklerden düşenlerin hiç bir yerlerinin acımadığını, üst başlarında toz bile olmadığını görünce iyice empatiden uzaklaşır hatta hallerine katılarak gülerdik, ancak kendimiz bir darbe aldığımızda veya düştüğümüzde bir yerlerimiz acıdığında gerçeklerle karşılaşır, ama o zaman bile acımadı ki! diyerek yiğitliği elden bırakmazdık, o yüzden çocukluk çağında empatiden yoksun olmamızı normal karşılıyorum, ancak zaman içinde bizim de başımıza benzer felaketler, türlü haksızlıklar gelince, işte ancak o zaman anlayabildik bizden önceki mağdurların halini. Eskiler canınız sıkıldığında, üzüntüye kapıldığınızda, kalpleriniz sertleştiğinde kabirleri ziyaret ediniz demişler, hatta bu öğütün bir hadis olduğu da söylenir, bu ziyaretin ve bazı mezar taşlarında yazan yazıların, dokunaklı özdeyişlerin insanda ölümü hatırlatması yanında o kişilerin başlarına gelen hadiselerin bir gün bizim de başımıza gelebileceğinin ayırdına varmamız, kaderin sillesini yemiş bu zavallıların yerine kendimizi koyarak bunların benzerlerinin pekâlâ bizim de başımıza geleceğini düşünerek ibret almamız açısından bu tür ziyaretlerin faydalı olduğu söylenir, ayrıca mezarlıkta dolaşırken insan, o sakin suskun ve huzurlu ortamda hemen ayaklarımızın biraz altında yatan genç, yaşlı, kadın erkek nice canları düşünerek onların hayattayken başlarına neler geldiğini, kim bilir ne tatlı ve acı günler yaşadıklarını düşünerek ve kendimizi onların yerine koyarak -çünkü bir süre sonra bizler de onların yanında yerimizi alacağız- onlarla bir nevi empati kurabiliriz, aynı şekilde hasta ziyaretleri, sıkıntılı durumdaki birine yapılan geçmiş olsun ziyaretleri de bu kişilerin başına gelenleri kendi başına gelmiş gibi düşünerek kişinin empati duyması açısından faydalı şeylerdir, işte o çağlarda biz ancak bu şekilde, adını bilmesek de yaptığımız şeyin empati olduğunu hissediyorduk sanırım. Ama galiba burada senin bahsettiğin mesele daha farklı, sen idarecilerimizin aldıkları doğru veya yanlış kararlara karşı duranları, yöneticilerin halka danışmadan ve sırf ufak hesaplarla ve kimleri nasıl etkileyeceğini pek de düşünmeden, tabir yerindeyse kafalarına göre aldıkları bu saçma sapan kararlara karşı çıkan, protesto eden, hatta gereğinde onlarla fiziki olarak da savaşan -ama sonunda genellikle yenilen-, bu yüzden de sessiz ve tepkisiz çoğunluk tarafından bir şekilde suçlu ve hain damgası yemiş insanların ruh halini anlamaya çalışmak için onlarla empati kurmak gerekmez mi, bir tarafın gördüğünü neden öteki taraf görmüyor sorusunun cevabı için empati gerekir, acaba bu anlayışsızlıklar empati eksikliğinden dolayı mıdır gibi soruların cevabını aramayı kastediyorsun, öyle değil mi?. Yani niçin insanlar doğru ve haklı da olsa hatta kendi yararlarına da olsa, neden birlikte karşı durma önerilerine, protesto eylemleri için yapılan davetlere uymaz hatta karşı çıkarlar?, veya öte yandan tepki gösterenler tepkisiz olanların neden böyle davrandıklarını anlamaya çalışmazlar, ya da anlayamazlar, iki tarafın da hiç farkına varmadıkları hangi saikler otoritenin buyruklarına baş kaldırmaya veya pasifliğe sevk eder? her iki tarafın da kendilerinin mağdur olduklarını düşünmelerine yol açan, hemen her konuda kendilerinin haklı oldukları konusunda neredeyse fikri sabit derecesinde kesin inançlı olmalarını sağlayan ruhsal durum nedir? herkes Mersine giderken niçin bazı insanlar tersine gitmeyi ister?, dik başlılık bir karakter midir? yoksa bizim görmediğimiz, farkında olmadığımız bir çok şeyi onlar görmekte midir? her şeye muhalif diye yaftalanan insanların haklı olduğu taraflar hiç yok mudur? gibi soruların doğru sorular ve böyle insanlara karşı empati ile yaklaşılmasını gerektiren bir zihin çalışmasına lüzumlu olduğunu ima ediyorsun galiba. Bunun bir ileri aşaması da olabilir, yüzde yüz haksız olduğunu bildiğimiz kişiler neden sütten çıkmış ak kaşık gibi görmektedirler kendilerini, nasıl böyle kendinden emin hatta yüzsüzce ve utanmadan ortada dolaşabilmektedir, korkusuz ve fütursuz davranmaktadırlar diye düşünmek ve onların da kendilerine göre geçerli bir sebepleri olabileceğini, kişinin kendisini haksız olanların da yerine koyarak ve onları bu davranışa götüren dürtüleri anlamaya çalışmak da empatinin ileri bir aşaması olabilir, bunun daha ileri aşaması da katillerin, teröristlerin, toplum dışına çıkmış veya çıkarılmış insanların ruhsal durumlarının anlaşılması için yapılan empati çalışmaları olabilir. Öyle ya avukatlar her suçlunun savunulacak bir tarafı vardır derler ya, her insanın da bir şekilde anlaşılacak, hoş görülemese de kabul edilebilecek, en azından mazur görülecek bir tarafı vardır mutlaka, neticede hepimizin hamuru aynı, şartlar onları öyle olmaya zorlamış olabilir. Bu da empati gerektiren bir durumdur, ama o dediğin tarzda bir empati bizim topraklarda zor açan bir çiçektir oğlum, hatta hoyrat kişiler böyle bir çiçeği gördüklerinde; -icat çıkarma! -eski köye yeni adet getirme! her şeyin doğrusunu sen mi bileceksin! gibi nidalarla daha büyümeden hınçla eziverirler böylelerini. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar sözü; her şeye itiraz etme, büyüklerimiz ne diyorlarsa biat et, yapılanlar yanlış diye ortaya çıkıp şimşekleri üzerine çekme, alemin kahramanı sen mi olacaksın? otur oturduğun yerde! demenin kısaltılmış ve kendince tedbirli bir insanın yapması gereken doğru bir davranış olarak formülize edilmiş halidir oğlum! Her yerde ve zamanda doğruyu söylemenin tehlikeli, hatta ölümcül olduğunu yaşayarak anlayan kişiler böyle böyle suskun ve tepkisiz toplumun yaratılmasına sebep olurlar farkına bile varmadan. Hatta ne acıdır ki, yöneticilerin veya sözü geçenlerin bir yanlışını ortaya çıkarmanın ve itirazın başkalarına da ders olacak şekilde şiddetle cezalandırılması da normal karşılanır bu topraklarda, çünkü biz halen aşiret toplumuyuz ne yazık ki, aşiret töresinde ben yoktur biz vardır, reise itaat ilk şarttır, hele reisin ailesinden veya onların yakınından değilsen tek yapacağın şey susup oturmak, sorgulamamak, düşünmemek, sana verilen ödevi ve rolü oynamaya çalışmaktır. Padişah devrindeyken bundan şikayet ediyorduk, ancak bıçak kemiğe dayanınca isyan ediyorduk ama isyan esnasında bile ''Padişahım çok yaşa!'' diye bağırıyorduk, mahkemeyi kadıya şikayet ediyorduk yani, artık cumhuriyet devrindeyiz, peki şimdi değişen ne? ne kadar yol alabildik bireysellikte? yaptıklarımızın sorumluluğunu ne kadar üzerimize alabildik?. Hapishaneler kader mahkumlarıyla doludur diye bir söz vardır, hatta buna herkes inanır da. Hapishanelerde dolaşsan oradaki mahkumlara sorsan hepsi suçsuz, masum ve iftiraya uğramış zavallılardır, herkes suçu başkasına atar, on kişiyi öldüren adam bile suçu kendinden başka her yerde arar, yukarıdaki felsefeyle büyüyen, reisinin dediğinden çıkmayan, düşünmeden itaat eden, sorgulamayan böyle bir kişinin başına gelenlerden ötürü başkalarını suçlamasını da anlamak, masumiyeti konusunda pek de haksız olmadığını kabul etmek gerekir. Bak bu sözümle ben de empati yapmış oluyorum değil mi? dedi gülümseyerek Ali Haydar öğretmen. Doğru söze ne denir?.
- Evet hocam, beni zayıf yerden yakaladınız gerçekten dedi toy filozof gazetecimiz. Benim anladığım tarzda empati, bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak, onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır, yakınlarda vikipedi kaynaklarından okuduğuma göre empatinin tam olarak gerçekleşmesi için üç kural var; 1. İnsanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, 2. Karşısındaki insanın duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlaması ve hissetmesi, 3. O kişiyi anladığını ona ifade etmesi. Görüldüğü gibi burada sadece anlamak ve hissetmek yetmiyor bunu bildirmek de gerekiyor ve böyle yapılırsa empatinin iş birliği, üretkenlik, refah ve mutluluğu artıran bir yetenek olduğu, ama bu yeteneğin kötü maçlar için kullanıldığında manipülasyonculuğa da yol açması gibi bir tehlike de barındırdığını ifade ediyor. Yani her şey gibi bu da hem iyi hem de kötü sonuçlara yol açabiliyor, öte yandan herkese her duruma empati ile yaklaşmayı abartırsak bütün abartılan şeylerde olduğu gibi sonunda kendi kendimize zarar vermemiz, tükenmez acılara garkolarak melankoli ve depresyona düşmemiz tehlikesi de var. Stefan Zweig tarafından yazılmış Amok koşucusu isimli uzun öykü kitabında çok güzel anlatılan, kendisini yoksulluk adaletsizlik ve kötülüklere karşı mücadeleye adamış ama bırakın ailesini ve yakınlarını, kendisini bile tüketen bitmeyecek bir savaş içine girmiş kişiler var, bazıları onları idealistler, fedâkâr vatan evlatları, yüce gönüllü insanlar diye pohpohlasa da bu ''Kahramanlar''ın aç kaldıklarında veya yorgun düştüklerinde hatta yönetimle başları derde girip hapse atıldıklarında etrafında neredeyse kimse kalmıyor, bazı filmlerde gördüğümüz kahramanlar gibi bayrak ellerinde en ön safta yapayalnız bırakılıveriyorlar. Biz de ya onların başına gelenler bizim başımıza gelseydi diye düşünerek kahroluyoruz adeta bu yüce gönüllü insanların düştükleri duruma empati yaparken, dedi.
Ali Haydar hoca konuyu kapatmaya niyetli değildi sanki, çözülmeyen Gordiyon düğümünün bir ip ucunu yakalamış gibi düşünce akışını sürdürmeye çalışıyordu;
- İnsanı tanımak istiyorsan önce kendini tanı, ya da tanımaya çalış demişler, çok doğru bir söz, çünkü hepimizde aynı cevher var, mayamız aynı, davranışlarımız hangi sebeplerle nasıl gerçekleşiyor aşağı yukarı öğrenmeye başladık özellikle son yüzyıldaki hem müsbet bilimlerdeki, hem de psikoloji bilimindeki gelişmeler sonrası, tabi daha işin başındayız, bildiğimiz bilmediklerimiz yanında daha çok mütevazı, aynı etkilere her insan farklı tepkiler verebiliyor ve bunun nedenlerini araştırdığımızda o kişinin daha annesinin karnına düşerken getirdiği yani kısaca genetik dediğimiz belki de kaderi diyebileceğimiz işletim sistemi veya yazılımı, daha sonra yetiştiği ortam ve şartların ona yaptığı kalıcı katkılar, eğitimi, fiziki donanımı, kendisine ve çevresine güveni, ve daha bir çok faktör davranışlarımızın arkasında yatan karar aldırıcı etkenler. Gerçi son zamanlarda yapay zeka diye bir buluş, ilginç bir gelişme oldu, öğrendiğim kadarıyla bu sistem sizinle iki saat kadar konuşup bir şekilde mülakat yaptıktan sonra artık sizin hangi şartlarda nasıl kararlar vereceğinizi, şoklara veya zor durumlara nasıl tepkiler göstereceğinizi çok büyük bir yüzdeyle biliyormuş, eğer bu doğruysa insan denen meçhul de çözülüyor demektir ki her şeyin sonuna yaklaşıyoruz bence o zaman. Ben böyle bir şeyin olacağına pek inanmıyorum ama belki benim geri kafalılığıma verirsiniz bu görüşümü, ileride haklı çıkmayı da bir şekilde istiyorum açıkçası, yoksa aksi takdirde hayat anlamsızlaşır, hepimiz birer robot haline düşeriz diye korkuyorum doğrusu. Bu parantezi kapatıp yine empati konusuna dönersek, benim görüşüme göre bir insanın empati yeteneği çok sınırlıdır, daha kendisini anlayamayan ve anlatamayan inan, bu haline bakmadan karşısındaki insanın yerine kendisini nasıl koyacak da onun davranışlarını anlayacak? Yapay zeka, bence, hangi donanımda olursa olsun, çok hızlı ve seçenekli düşünüp çok kısa zamanda yorumlama yeteneği de olsa, insanın davranışlarını çok az bir oranda tahmin edebilir, hele biz insanlar kısıtlı hafızamız ve çabucak yorulan sıkılan, kolay ve rahat sonuçlara meyleden aklımız ve zekamızla yapay zeka için bile son derece değişken tepkiler verirken biz karşımızdaki insanı nasıl tam anlayıp, onun ruh haline girerek onu kesin bir oranda çözebileceğiz? Buna bir de insanlardan oluşan toplum dediğimiz cangılı, toplumların birbiriyle ilişkilerini, çelişkilerini, hırslarını ve duygularını ekleyin, yapay zekalardan oluşan büyük bir program bile kursanız dünyanın çarkının nasıl döndüğünü anlayabilmeniz imkansızdır bence. Ben önce kendimizi çözmemiz anlamamız gerektiği fikrine geri dönüyorum. Her neyse yine başa dönelim, insanlar nasıl karar veriyor, sürekli karşılarına çıkan neredeyse sonsuz seçenekler içinden hangi sebeplerle sadece birisine karar veriyor, kaderimiz tercihlerimizdir demişler, peki tercihlerimizi nasıl yapıyoruz ve kaderimizi nasıl çiziyoruz, bunu yaparken ne kadar farkındayız işin?.
O sırada tekrar içeriden çıkan Zehra öğretmen; - Bakıyorum da çok derin meselelere dalmışsınız, neredeyse akşam olacak, sonra çocuğu karanlıkta yola çıkarmak zorunda kalacağız, Fahrettin, evimiz müsait, gece burada kal, böylece bu güzel sohbet de istediğiniz kadar uzamış olur, tabi sıkılmadıysan, yoksa saygısızlık olmasın diye mi dinlemeye devam ediyorsun? dedi gülerek.
- Aman efendim, o ne demek, ben hocamı ve sizleri günlerce dinlerim zevkle, ama evden de beklerler, zaten yarın İstanbula döneceğim, keşke uzun uzun konuşacak zamanımız olsaydı, ben birazdan izin isteyeceğim, diyerek niyetini belli etti nazik gencimiz. Zehra öğretmen her zamanki anlayışlı ve yumuşak tavrıyla, - Peki o zaman Fahrettin, kalabilseydin memnun olurduk, inşallah seni tekrar daha uzun bir zaman ağırlarız, burası senin evin sayılır, her zaman kapımız açık sana, annene de selamlarımızı söyle, diyerek sessizce içeri girdi, Zehra öğretmen hiç bir zaman bitmeyen işlerinin başına doğru giderken arkasından hayranlıkla bakan gencimiz, en kolay empati yapılabilen insanlardan biri galiba Zehra öğretmen olsa gerek, diye içinden geçirdi. Acaba ne kadar haklıydı?
Gencimizin düşüncelerini adeta okuyan Ali Haydar öğretmen babacan bir tavırla konuşmaya devam etti;
- Gördüğün gibi, dedi, biz erkekler acaba kadınlar olmasa ne yapardık, bazen sıkıcı olsa da bir kadın sürekli etrafını kontrol etmek, düzen ve temizlik içinde yaşamak ve yaşatmak ister, benim bu yaşta edindiğim tecrübe bu, iyi bir eş bir erkeği yüceltir, ilgisi ve sevgisiyle eksiklerini tamamlar ve bir süre sonra erkek bunları o kadar doğal görmeye başlar ki, ancak eşi onu bir süreliğine ya da Allah gecinden versin sonsuza dek yalnız bıraktığında o zamana kadar nasıl bir konfor ve rahatlık içince yaşamış olduğunu umutsuzluk ve acı içinde anlar, ben eşini kaybetmiş bir çok arkadaşımın düştüğü zavallı durumu ve umarsızca yaptıkları davranışların onları daha da bataklığa sapladığını çok gördüm, o yüzden diyorum ki, Tanrı erkekleri -her zaman olduğu gibi- kayırmış ve onlara kadınlardan biraz daha az ömür vererek onların eşlerinden önce öte dünyaya göçmelerine izin vermiş, yine de en güzeli beraber yaşlanıp fazla ara vermeden ve rezil olmadan bu dünyadaki rolümüzün sonlanması bence. Her neyse benim asıl söylemek istediğim şeye dönersek, insan eşini yani karşı cinsten hayat arkadaşını bulmadan tamamlanmış olmuyor, acısıyla tatlısıyla, hani derler ya iyi günde kötü günde diye, aynen hayatın inişli çıkışlı zor yollarını dayanışmadan yardımlaşmadan aşmak hele geriye bir yadigar bırakmadan sahneyi terk etmek mümkün değil insan hayat arkadaşın bulamadan. İnanır mısın insan asıl evlendikten sonra hayatın ne demek olduğunu kavrıyor, olgunluğa ancak ondan sonra ulaşıyor, daha önce sırf toplum kurallarını yerine getirmek, beklentileri karşılamak, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin etmek için evleniyorsun, ama asıl ondan sonra zaman içinde kemale eriyor, hayatın her türlü cilvesini görüp insanı, daha doğrusu kendini tanıyorsun, eşini başlarda bir oyun arkadaşı, bazen dost bazen düşman, bazen sırdaş bazen yoldaş olarak görürken zamanla ona karşı bir empati duymaya, davranışlarının nedenlerini anlamaya ve sana ters gelen şeylerini bile anlayışla hoşgörüyle karşılamaya çalışıyorsun, kısaca önce rakip hatta hayat ringinde sana sürekli vurmaya yere düşürmeye çalışan bir düşman gibi gördüğün eşinin, onunla empati yapınca aynı duyguları onun da sana karşı hissettiğini anlamaya başlıyorsun, ve aynen dövüşten yorulan boksörlerin ilerleyen raundlarda yaptıkları gibi birbirine sarılmaya hatta oyunun sonunda yenen değil yenilen olmaya çalışıyorsun, karşındakini üzmemek için oyunlarına darbelerine katlanmaya çalışıyorsun, o arada onun da sana aynı şekilde davranmaya çalıştığını görüyor ve bu defa evliliğini bir neşeli oyun, bir hayat arkadaşlığı haline getirmenin yollarını aramaya başlıyorsun. İşte bizim şu sıralardaki durumumuz da böyle oğlum, artık biz o acıları zorlukları geride bırakmış durumdayız hissediyorum, hoş şimdi geriye bakıp muhasebe çıkardığımda bu zavallı kadını ve çocuklarımı çok ihmal ettiğimi, ülküm ve milletim için onları hep ikici sıraya koyduğumu, gözü kara biçimde ve onları fazla düşünmeden politik ve fikri mücadelelere girdiğimi ve hatta onları uzun süreler eşsiz, babasız bırakarak zorluklar içine atmakla büyük yanlışlar yaptığımı düşünüyorum, ama ne yapalım bizi böyle yetiştirdiler ve hep kendimizi borçlu hissettik toplumumuza karşı, oysa ailemize ve eşimize karşı da sorumlu ve borçluyduk, yazık ki onu hiç göremedik veya görmek istemedik, düşünüyorum da biz acaba kendimizi çok mu önemsemiştik, her şeyi değiştireceğimize çok mu inanmıştık, yoksa meşhur olmak, büyük adam olmak, lider olmak, peşimizden insanların koşmasını, ne istersek onu yapmalarını, adeta bize tapınmalarını mı görmek istiyorduk acaba, diye çok çok düşünmüşümdür ve kendimi suçlamışımdır. O zavallı kadın, yani Zehra'm beni her şartta destekledi, asıl zorlukları o çekti, ben Don Kişot gibi yel değirmenlerine saldırırken o bir gün bile yaptığımın yanlış veya saçma olduğunu yüzüme vurmadı, büyük bir metanetle beni desteklemeye devam etti. Biz erkekler hayali meydanlarda birbirimizi yerken asıl kadınlarımız çocuklarımız acıyı zorluğu çektiler, biz ancak yorulduğumuzda süngümüz düştüğünde, etrafımızda kimseciklerin kalmadığını gördüğümüzde yine onlar geldiler, yaralarımızı sardılar, bizi ayağa kaldırmaya çalıştılar. Asıl kahramanların onlar olduğunu o zaman anladım oğlum, onları kırmanın, gözlerinde bir buğulanma dudaklarında bir titreme hissetmenin bütün savaşlardan kavgalardan daha acı olduğunu anladım. Şimdi burada insanlardan oldukça uzak, dışarıdan bakanlara inziva gibi görünen yaşamımızın eski renkli, kavgalı, şatafatlı günlerden daha değerli ve güzel olduğunu görüyorum, umarım sen de bunu hissetmişsindir. Burada artık çocuklarını yuvadan uçurmuş iki leylek gibi göç zamanının gelmekte olduğunu hissederek, bu duru ve anlamlı güz günlerimizin tadını beraberce çıkarmanın hayatımızın en güzel ödülü olduğunu söyleyebilirim, bu kadar mücadelenin sonunda yaşamımızın bir anlamı kalmadığını, sahneden çekildiğimizi düşünme, asıl özel hayatımız şimdi başlıyor, sadece ve sadece kendimiz ve bu küçücük çevremizdekiler için yaşıyoruz artık burada, ölüme hazırım ama artık yaşamayı sırf eşimi yalnız bırakmamak, yanında olmak için istiyorum, eminim o da aynı şeyleri benim için düşünüyor, sabahları ilaçlarımızı alıp almadığımızı birbirimize sorarken bunu düşünüyorum hep, burada birbirimizin her şeyi olduk artık. Şairin dediği gibi şu gittikçe sönen ve gölgelenen dünyada hayatın anlamı ve amacı, kaderini sana bağlamış insanla beraber ve seni seven, özleyen insanlarla birlikte güzellikleri görüp hissederek bu oyunu ve başa gelecekleri birlikte karşılamayı sürdürmek ve en önce de onlar için ayakta durmaya çalışmak, onlara faydalı olmaya, yardımcı olmaya çabalamak, benim vardığım sonuç bu oğlum, dedi.
Gözleri dolan gencimiz bir şey söyleyemeden ayağa kalktı...
* * *
<3
YanıtlaSil