58- Yollarda

 



     ''Ne kadar değişmiş Ali Haydar öğretmen'' diye düşünüyordu gölgelerin uzadığı, akşam serinliğinin çıktığı bu bağ yolunda evine doğru yürürken genç delikanlımız; ''Biz onu çok sert, soğukkanlı, kararlı ve her şeyi bilen, hiç yanılmayan, neredeyse yarı tanrı gibi görürken, şimdi artık O, dünyaya -o bir türlü bitmeyen- borcunu ödemiş, ununu eleyip eleği de duvara asmış, etrafında canlı olarak karısı ve köpeği, bir de bahçesindeki bitkilerden başka yakını kalmamış, adeta geçmişinin - yine hiç bitmeyen- muhasebesiyle meşgul, kimseden bir şey beklemeyen, bu sebeple de herkesle barışık, sevimli bir ihtiyar oluvermiş, Zehra öğretmen pek değişmemiş ama, her zaman anaç, her zaman verici, her zaman anlayışlı ve sevecen bir teyze. Allah muhabbetlerini arttırsın, bir yastıkta kocasınlar son zamanlarına kadar'', diye dua etmeyi de ihmal etmeyerek.


     Son konuşmalardan sonra, öğretmenine adeta verecek bir cevap veya soracak başka bir soru kalmamış, sözün bittiği yere geldiklerini hisseden gencimiz, bu iki emektar ve sevimli öğretmeninden de alelacele izin istemiş, onlar da ''madem gece burada kalmayacaksın, bir an önce, hava iyice kararmadan, kurt kuş karşına çıkmadan gitmen iyi olur'', düşüncesiyle onu sevgiyle ve güzel dileklerle, süslü, nazik ve mültefit cümleler eşliğinde uğurlamışlardı.


     Akşam karanlığının yavaş yavaş çöktüğü, meyva ağaçları, sık kavaklar ve güneş yorgunu üzüm bahçelerinin yer yer gölgeleri arttırdığı, bazı yerleri düzensiz çukur ve tümseklerle kaplı, yarı toprak yarı stabilize -eskiden şose denirdi-, bir zamanlar neşe ve sevgi dolu yolcularını taşımış at arabası tekerlerinden o mutlu zamanların yadigarı olarak kalmış, tıpkı eski zaman şarkılarının o kendine has seslerini taşıyan taş plakların üzerindeki titrek çizgiler gibi kıvrım kıvrım teker izlerini hasret ve gururla sırtında taşıyan bu mahzun bağ yolundan düşünceli düşünceli, biraz da etrafındaki manzaralara kapılmış vaziyette ilerliyordu. Güneşten gün boyu aldığı o hayat veren enerjiyi depolamış, şimdi yavaş yavaş -tıpkı öğretmeni gibi- aldıklarını geri vermeye başlamış olan çıplak kayalıklardan gelen tatlı bir akşam sıcaklığı yüzüne vurmaktaydı sanki. Uzaktan, yeri tam anlaşılmayan, sadece yaşlı bir ağacın kuytu bir dalına tünemiş olduğunu tahmin ettiği bir gece kuşunun ona içli bir sesleniş gibi gelen dertli ve üzgün çığlığı duyuldu. O anda, çocukluğunda gün boyu koşmaktan ve oynamaktan yorulmuş halde, tıpkı bu vakitlerde, şimdi çoktan ölmüş zayıf ve yaşlı kara renkli atlarının çektiği iki tekerli arabalarında babasının yanına oturmuş ve atın dizginlerini büyük bir ciddiyet ve dikkatle ellerinde sımsıkı tutarken -belki de şu an tam aynı yerden geçerken- işittiği o gece kuşunun sesini hatırladı. Kuş, belli aralıklarla ve aynı duygusallıkta kısa kısa hıçkırıyordu sanki, acaba aynı kuş mu ki? dedi, kuşlar çok yaşarmış, bu kuşcağız da Ali Haydar öğretmenle yaşıt olsa gerek, böyle acıklı acıklı öttüğüne göre acaba kaybettiği eşini mi arıyor? yazık!, onlar bir yastıkta daha doğrusu bir yuvada kocayamamışlar galiba, dedi. Belki de eşi ölmemiştir kim bilir, birbirlerine uzaktan sevgilerini gönderiyorlar olamaz mı? Ama bu pek de aşk çağrısı gibi değildi, üstelik cevap da gelmiyordu bir yerlerden. 


     O anda Jale'yi hatırladı nedense. Şimdi buradan haykırsa Jale duyar mıydı oralardan? Sonra kendine güldü, o anda tanıdık bir ses ona;  -Aptal! dedi, sen Jale'nin neyi oluyorsun ki?. Önce yüzüne karşı aşkını haykır da ondan sonra yedi yüz kilometre öteden adını an. Kızın umurundaydın sanki, bir an boş bulunuşundan faydalanıp elini tuttun diye ''-Vallahi kötü niyetim yoktu, çok üzgündü, elleri titriyordu, neredeyse ağlayacaktı, ben de; seni anlıyorum, arkadaşımsın ya (?) sana güç vermek için yanındayım anlamında tuttum elini'' dedi, tepesine dikilmiş ellerini belinin arkasında birleştirmiş ve ona sert sert bakan zalim muhafızına, '' -Hem sonra, benim babasıyla tanışmamı niye önerdi o zaman? tamam, belki de ağzından kaçırdı bu teklifi, babasının neredeyse yüz seksen derece değiştiğini, müsbet ilimlerden hadi menfi demeyelim de metafizik aleme doğru uçtuğunu hatırlayarak bu yüz kızartıcı olayı görmemesi için bana yaptığı teklifi geri almaya ya da en azından durumu birazcık çıtlatmaya karar vermişti anlaşılan, vaziyeti anlatırken çok zorlanıp da neredeyse ağlamaklı olduğunu görünce de, ben seni anlıyorum, üzülme! demek için elini tuttum, üstelik bu hareketim de spontan gelişti, ama daha öncesi gazetede ve Boğaziçi kampüsünde de birazcık yakınlaşmıştık'' diye kendisini savunmaya çalıştıysa da Nuh diyen ama peygamber demeyen üst kattaki yönetici, -aynen bir zamanların sevilen dizisi Bizimkiler'deki yöneticinin  kapıcı Cafer'e baktığı gibi aşağılayıcı ve alaycı bir bakışla bakıyordu ona o sırada- yine üst perdeden; ''-Oh beyim, ne âlâ memleket! bu kadarcık mesaiyle kızı tavlayacağını mı sanmıştın? iki laf ederek bu nadide çiçeğin  hemencecik sana aşık olacağını mı sandın?, İstanbul kızı oğlum O, şimdiye seni unutmuştur bile, bir elini tuttun diye ne senaryolar yazıyorsun kendi kendine!'' diye kendisini yeniden ve sertçe acımasız gerçeklere davet etti. Ama gönül ferman dinlemez ve hayal kurmak serbesttir diye bir söz vardır (ikinci kısmı kendisi o anda uydurmuştu) akşamın bu romantik saatlerinde doğrusu birden aklına Jale'nin gelmesi bilinçaltının ona bir oyunuydu kesin, ama bu oyunu sürdürerek bu saatlerde burada yürümek hiç de fena olmayan bir fikir değil miydi?


     Araya giren üst benliği işin tadını kaçırmıştı, hayalleri iskambil kağıtlarından yapılmış iki katlı bir kule gibi yıkılıvermişti en ufak bir rüzgarda. Akşamın bu vaktinde, bu kuşun neredeyse bir sarkaç dakikliğinde, ama yaralı bir yüreğin çırpınışı gibi devam eden iç çekişleri, yeniden içinin acı ile dolmasına sebep oldu. ''Benim bu garip kuştan ne farkım var ki şu dünyada'' dedi, gözlerinin dolduğunu, iman tahtasının altından başlayan ve boğazına doğru ilerleyen, sonra da orada düğümlenip yutkunmasını da zorlaştıran bir ince sızı hissetti. Kısa zaman sonra yine üstteki amir devreye girdi, alaycı bir sesle; ''-Ne o beyefendi!, bir çocuk gibi ağlamaya mı başlayacaksın şimdi de, kendi kendine gelin güvey oldun, şimdi de şairliğin tuttu galiba, kuş sesine mızmızlanıyorsun, kendine gel!'' diye azarlamaya başladı. Gencimiz bu defa isyan duygularıyla doldu, o sinirle yerdeki ufak bir taşa tekme attı, ''-Kahretsin!'' demek geldi içinden, galiba bir zamanlar çok seyrettiği amerikan dizilerinden öğrenmişti bu lafı, ama yerine koyacak kelime bulamamıştı o anda, sonra da bu komik oyunu devam ettirmek amacıyla kendi  kendine ( Mavi Ay dizisinin komik ve çapkın erkek oyuncusu Bruce Willis'in sesini taklit ederek ve ağzını da  aynen onun gibi büzerek); ''- Hey dostum! dedi, ne oluyor sana böyle? Hayat hoştur, gerisi boştur, koştur babam koştur'' diye haylaz bir öğrencinin okul müdürü karşısında bocalamasının acısını işi komikliğe dökerek arsızca gülmesi gibi o da umarsızca bu acıklı oyunu sürdürmeye çabaladı, böylece yüzünde acı bir gülümseme belirdi, boğazındaki düğüm biraz çözüldü. Kısa süre sonra da aklı selim galip geldi, adımlarını sıklaştırdı, şehrin ışıkları görünüyordu uzaktan. ''Alacağın olsun Bay Süper Ego! akşam keyfimin de içine başarıyla ettin'', dedi içinden..


                                                             *                            *                         *


     Evlerine yaklaştığında önce pencerede küçük bir silüet gördü, biraz daha yaklaşınca camdaki sevimli gölge de onu fark etti ve hızla camdan ayrıldı ve içeri doğru neşeyle koşarak ve; - Dayım geliyooor diye bağırarak uzaklaştı. Bu küçük sevimli kız yeğeniydi tabi ki ve az sonra kapıyı açarak bahçeye girmekte olan gencimize doğru koşmaya başladı, gencimizin bütün dertleri ve sıkıntıları uçup gitti o anda ve o da kollarını açıp kendisine doğru adeta uçan bu küçük sevgi topunu olanca gücüyle kucaklayıp havaya kaldırdı, Abidin Dino olsaydı kesinlikle mutluluğun resmi tablosuna bu sahneyi alırdı.


     Kendisini bekleyen bu küçük topluluktan büyük bir mahcubiyetle özür dileyen gencimiz, bağda biraz vakit geçirdiğini, sonra da uğrayıp bir süre sohbet ettiği Ali Haydar ve Zehra öğretmenlerin annesine selam ve iyi dileklerini gönderdiklerini de iletmeyi unutmadı. Kendisini merak ve endişe ile bekleyen annesi ve ablası açlıklarını unutmuşlardı ama enişte beyimiz bir gözü masada bir gözü gencimizde olarak, - Merak ettik seni Fahrettin, hoş geldin, diyerek kısaca görevini yerine getirdi. Erkeklerin tek görevinin kadınları döllemek olduğu, tüm dünyanın onlara hizmet için yaratıldığı düşüncesindeki hödüklerin gerçek bir nümunesi olan bu adam -hiç bir zaman adam olamayacak olan bu yaratığa o an ne denilmesi gerektiğini bilemedi- bir an önce yemeğini yiyip yatağına gitmekten başka bir şey düşünmüyordu kesinlikle. Tabi, evin modern tabirle ''Dönüşümü'' ile ilgili bir havadis veya beklentisi, diyeceği bir şey yoksa..



     Son akşam yemeğine gelmişti sıra, acaba bu masadaki hain kimdi?, kim olacak, belli değil miydi kendileri?, yine de gencimiz bir zamane İsa'sı tavrıyla davranmaya karar verdi, kendisinden başka İsa olacak bir erkek kalmamıştı zaten masada, her neyse, yemek her zamanki gibi neşe ile başladı, sevimli yeğen dayısının yanında yerini almıştı çoktan, ertesi günün veda günü olacağını o da biliyordu tabi, ama bu akşam kapris yapmamaya, olanca neşesiyle dayısının ve akşamın keyfini çıkarmaya çalışıyordu o da minicik ama sonsuz saflık ve temizlikteki yüreği ile.


     Konu ister istemez Ali Haydar ve Zehra öğretmene geldi sonunda, annesinin nasıllar Zehra öğretmenler diye bir soru yöneltmesi üzerine. Gencimiz de daha çok Ali Haydar öğretmenle konuştuğunu, Zehra öğretmenin her zamanki gibi yerinde duramadan sürekli bir şeylerle meşgul olduğunu, ama arada bir sohbetten de haberdar olacak şekilde söze karıştığını, her ikisini de çok iyi gördüğünü, bu idealist ve çalışkan çifte duyduğu hayranlığı kısaca özetledi, çalışkanlıklarını tabiatla haşır neşir oluşlarını, kendilerine yetip üstüne herkese de faydalı olmaya devam ettiklerini, böyle insanların herkese örnek olması gerektiğini kısa cümlelerle söyledi.


     Ama nedense o ana kadar pek sohbete iştirak etmeyen, sadece karnını doyurmakla meşgul görünen enişte bey son cümlelerden alınmış veya hoşlanmamış olacak ki söze karışmak gereğini duydu;


     - Öyle görünürler ama sen bir de onları şehirdekilere sor (galiba son zamanlarda peşlerinden ayrılmadığı, laflarına sözlerine pek düşkün olduğu yobaz ve güzellik düşmanı kişilerin dediklerini kast ediyordu), pek de güzel şeyler duymazsın, dedi.


     - Neymiş dedikleri enişte bey? diye sordu, annesi ve ablası susmuş, bir fırtınanın geleceği korkusuyla gencimize yalvaran gözlerle bakmaya başlamışlardı. Annesiyle göz göze geldi o anda ve merak etme sıkıntı olmayacak kontrol bende, anlamında bir hal dili ile annesine çaktırmadan göz kırptı, sadece ana oğul arasında geçerli bu özel lisanı kimse görmedi ve anlamadı tabi ki.


     - Eski komünist diyorlar, bozgunculuk çıkarttı, çocuklarımızı solcu yapmaya çalıştı, dinden imandan soğuttu, devletimize karşı güvenimizi sarsmaya çalıştı, ama şükürler olsun ki devletimiz farkına vardı da yapacağı kötülükleri önledi, onu da emekliye sevk etti, kimse de yüzüne bakmadığı, selam bile vermediği için o da bağ evine taşındı, keskin sirke küpüne zarar verdi, ne geleni var ne gideni diyorlar, hâlâ arada bir yoldaşları uğruyormuş ama devletimiz takip ettiği için etrafını tekrardan zehirlemesini önlüyormuş, zaten yüce atamız da demiş ki; '' Şurası bir hakikattir ki Türk milletinin en büyük düşmanı Komünizm'dir, görüldüğü yerde ezilmelidir '' demiş, devletimiz de bu yüce buyruğu sürekli göz önünde tutarak mücadelesine devam ediyor çok şükür, dedi.


     Bu çapsız ve cahil adama ne söylese fayda etmeyeceğini artık iyice anlayan gencimizin o anda masum masum bakan ablasına gözleri kaydı ve içi bir kere daha cız etti. ''Allahım bizim ne suçumuz vardı da böyle bir adamı aramıza gönderdin?'' dedi, göklere bakarak bir İsa edasıyla. Sonra da yine İsa'nın (ve tüm diğer peygamberlerin) bir sözü aklına geldi; '' Allahım onları affet, zira ne yaptıklarını bilmiyorlar''.


     - Sevgili enişteciğim! dedi, (bu hitabına kendi de şaştı, bir yandan da artık ben de olgunlaşıyorum galiba diye düşünerek kendisine bir Aferim! çekti, üst kattaki yöneticiye de neşeli bir göz kırpış tevcih etti) bunları söyleyenler bir şey bilmeyen ve üstelik bilmediklerinin de farkında olmayan zavallılar olsa gerek, gerçi artık cahilliğin çok iyi bir şey olduğunu, asıl okumuşların tehlikeli olduğunu oysa hiç bir şey bilmeyenlerin daha üstün (daha kullanışlı) olduğunu (hem de iftiharla) söyleyen Üniversite Rektörlerinin ortada at koşturduğu bir ülkede bu da olağan sayılır ama, senin o arkadaşlarının dünyadan, zamanın ruhundan falan anlamadıkları besbelli, bütün dünyaları kendi ufak dükkanları ve komşularından ibaret olan bu adamlar, işsizliklerinden ve başarısızlıklarından devletin yanında belki de daha çok kendilerinin de sorumlu olduğunu bile bilmeden, gün boyu dedikoduyla onu bunu çekiştirmekten, hatta beş vakit gitmekle övündükleri camiye bile gidip dönerken birbirleri hakkında dedikodular ve asılsız haberler paylaşmaktan bıkmayan, arada uyuklayarak dinledikleri cahil hocaların dünya hakkındaki yalan yanlış hezeyanlarından başka dünya hakkında bir bilgi sahibi olmayan insanlar. Biraz da başka kişileri, örneğin yerel gazete yöneticilerini, aklı başında öğretmenleri, işinde gücünde olan dürüst insanları, Ali Haydar öğretmenin yetiştirdiği kişileri dinleseydiniz ya sevgili enişteciğim, gerçek doğruların ve duyduklarınızdan çok başka şeylerin, kısacası hakikatin de farkına varacaktınız. Maalesef bu komünizm paranoyası bizim gibi cahillerin çoğunlukta olduğu ülkeleri bırakın, bir zamanlar başta ABD olmak üzere bir çok medeni ülkeyi de sarmış ve çok sayıda masum, vatansever, entelektüel insanların mağdur olmasına, toplumdan dışlanmasına hatta hayatlarını kaybetmelerine yol açmış. Bütün mesele de buradan başlıyor ülkemizde, katılmadığımız -ve hatta bu yüzden bizim milletimizin savaşçılık ruhunu ortadan kaldırdınız diye cahil kasaba politikacılarınca iktidarın yani o zamanların memleketi kurtarmış paşalarından olan İsmet Paşa'nın bile eleştirilmesine bile sebep olan- ikinci dünya savaşı sonrası, faşizmi yenen batı ülkelerinin önayak olduğu kısaca Kapitalist sistem diyebileceğimiz sistem ile Sosyalizmi - burada komünizmi demiyorum dikkat ederseniz, çünki Marx'ın kurduğu teoriye göre komünizm, sosyalizmin bir üst aşamasıdır, ve gerçek anlamda sosyalizm bile uygulanamadığı için komünizm sadece bir hedef, ütopya olarak kalmıştır- yönetim sistemi olarak kabul etmiş olan Sovyetler Birliği ve onun uydu devletleri arasında bir tercih yapmak durumunda olan Türkiye, o sıralarda Stalin'in memleketimizden toprak istemesi üzerine -bunun da batılılar tarafından uydurulmuş bir haber olduğu iddia edilmektedir bu arada- kendisine yardım ve kalkınma vaat eden ABD başkanlığındaki sisteme katılabilmek için onların gözüne girmek gibi saçma ve çocukça bir hareketle, kendi içinde yeni yeni filizlenmeye başlayan ve solculuk, sosyalizm gibi akımlardan bahseden, çoğu da şair, bilim adamı, gazeteci olan bir avuç aydın kişiyi hapislere atarak, işkencelere ve takiplere uğratarak yıldırma ve ezme politikası gütmüştür. Bu sizin dinlediğiniz kişiler de ta o zamandan kalma söylemlerle bugünlere kadar gelen, kafasını çalıştırmak yerine dedikodularla ve gizli servisin ajanlarıyla iş tutmaya çalışan, bir kısmı da doğrudan amerikan ajanı bile olduğunun farkında olmayan, gizli servisleriyle işbirliği yapan kişilerden, yani bugünün deyimiyle trollük ve kaba kuvvetten başka bir şey elinden gelmeyen kişilerden başkaları değildir. Bu kişiler öteden beri devletin gizli servislerince ufak menfaatler karşılığında hep kullanılmışlardır, ama sadece yerel seviyede kalmışlar, yükseklerde güdülen politikalardan, dönen dolaplardan haberleri olmamış, ezberledikleri üç beş slogan ve dedikodu ile kendilerini milliyetçi, vatansever sanarak küçük dünyalarında yaşayıp gitmişlerdir. Bunların içinden daha kullanışlıları gizli görevler, devletin yapmayı istemediği pis işlerde kullanılmışlar ve hatta kullanılmaya devam etmektedirler. Bu arada gencimiz, acaba enişte bey de bu kullanışlı kişilerden biri olabilir mi diye düşünmeden edemedi, ama onun ne bilek gücü bakımından, ne de karakter ve azim bakımından böyle bir tip olmadığını düşünerek konuşmasına devam etti.


     - İşte enişteciğim dedi, siz biraz da başka görüşlerde olanlara, özü sözü bir, mert ve dürüst olan memleketseverlere de kulak kabartın lütfen, görüşmekte olduğunuz kişiler içinde kapitalizmin meziyetlerini sıralayan, sosyalizmin başarısızlıklarını bilen Mütayit ağabeyiniz bile bu adamlardan daha akıllı ve açık fikirli, bırakın dedikoducu esnafların laflarını, biraz kafanızı çalıştırın, okuyun, dünyayı anlamaya çalışın. Bu arada biz kapitalist sistemle kalkınmayı kabul ettik ya, ABD bizi sadece kendi menfaatleri ve Ortadoğudaki hesapları için kullanmaya çalıştı, kalkınmamız, batılılaşmamız umurlarında bile değildi, hatta aynen biraz önce bahsettiğim rektörün düşündüğü gibi cahil kalmamızı da destekledi, çünkü biliyordu ki onların düşünce seviyesine ulaşırsak, soru sormaya ve cevaplarını bulmaya çalışacak ve gerçekleri görmeye başlayınca da kendi yolumuzu çizmeye çalışacaktık, nitekim ne zaman ABD'nin güdümünden çıkmaya çalıştıysak, bu yolda bizi yönlendiren liderlerimizi ya yok ettiler, ya itibarsızlaştırarak darbelerle alaşağı ettiler, ya da işbirlikçilerine büyük imkanlar sağlayarak her şeyi perde arkasından idare ettiler. İran'da da, diğer Orta doğu ülkelerinde de hatta doğu Avrupa ülkelerinde de sistemleri sorgulayan, bağımsız düşünmek ve bilim rehberliğinde hareket etmek isteyen ülkeler ve liderleri hep baltalandı, öldürüldü veya devrildi. Karşı taraf, yani Sovyetler birliği kampı da kendi etki alanlarında onlardan geri kalmadı, bırakın komünizmi, sosyalizmi bile doğru dürüst gerçekleştiremediler, çok karşı çıktıkları batılı emperyalistlerden hiç de aşağı kalmadılar. Halen de sistemler değil, büyük ve lider ülkelerle onların sömürgesi olan küçük ülkeler bütün dünyada rekabet hatta savaş halinde. Bunları o sizin cahil ve zavallı arkadaşlarınıza, benim gariban hemşerilerime anlatsak ne derler acaba? sanırım kafalarını çalıştırıp fikir üretmek yerine bildikleri bir kaç cümle ile vaziyeti idare etmeyi tercih edeceklerdir ne yazık ki. Onlara şunu sormak isterdim, o çok inandıkları ama hiç okumadıkları Kur'an'da en çok geçen kelime ve uyarı nedir biliyor musunuz? '' Hiç düşünüp akletmeyecek misiniz?'' işte bunu sorardım, ama o çok inandıkları hocalar, Kur'anı okuyup anlamaya çalışmayı bile tehlikeli hatta kafirlik sayıyorlarmış, ne kadar acı değil mi? Sonrada oturup kukumav kuşu gibi '' Niçin bu hale geldik?'' diye düşünüp duruyoruz. Her şey apaçık ortada değil mi oysa? Bu sözleri aslında ''Kızım! sana söylüyorum, Gelinim! sen anla!'' kabilinden enişte beye cevap ve zekice hırpalama amacındaydı kesinlikle, ama hem ablasına ve yeğenine duyduğu sevgiden, hem de bu vasıfsız ve akılsız adama fazla da çaba harcamanın gereksiz olduğunu bilmekten gelen bir duygu galip geldi sonunda ve sustu. Enişte bey de karşısındaki gencin artık o eski sümüklü oğlan olmadığını, her hamlesinde daha büyük kroşeler yiyeceğinin mukadder olduğunu idrak ederek susmayı tercih etti. Böylece sofraya tatlılar gelmeden iş tatlıya bağlandı.


     Yemek ve gece bu şekilde enişte bey ile gencimiz arasındaki gizli gerginlik ve açık istihzalar nükteler içinde kısa süre daha sürdü, sonunda iyice mat olacağının farkına varan enişte bey; ''- Artık biz müsade isteyelim, Fahrettinciğim (o da bu oyuna katılmıştı galiba) sen yarın erken mi çıkacaksın bilmiyorum, ama şimdiden iyi yolculuklar, hayatta muvaffakiyetler diliyorum sana, yolun açık olsun, buraları hiç merak etme, anneni ablanı, yeğenini düşünme, hepsi bana emanet (o anda gencimizin ve mezarında yatan babasının ruhu cız etti kesinlikle) evelallah her daim hizmetlerindeyim, gözün arkada kalmasın -o anda kurdun eline emanet edilmiş kuzuların sessizliği daha da dokundu gencimize- sen de yüce Allahıma emanet ol! en ufak müşkülünde koşar gelirim, bir telefonun yeter, değil mi Anneciğim? dedi, gencimiz de bu sahte merasimi fazla uzatmadı ve kısa teşekkür ve cevabi bir kaç sözle misafirlerini uğurladı, en çok da ona bir kedi yavrusu gibi sarılmış olan şirin yeğeninden ayrılırken zorlandı, bir damla daha eklense taşacak bir bardak gibiydi gözleri..


     Annesiyle beraber ortalığı topladılar, gencimiz annesiyle biraz daha zaman geçirip bazı merak ettiği soruların cevaplarını almak, annesinin hayat hakkındaki görüşlerini, kısaca felsefesini öğrenmek istiyordu sanki. Anne ile oğul arasında hayat hakkında konuşmak ve cevaplarını bulmaya çalışmak bütün felsefelerden, cilalı sözlerden, özdeyişlerden, menkıbelerden, vecizelerden daha içten, daha anlaşılır ve sadece bu iki yüreğin anlayıp anlatacağı özel bir dilden olacaktı kesinlikle..





                                                        *                                   *                             *









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mağduriyet

56- Hatamız

41- Utanç