62- Yalnızlık
Yazıhanede kimse kalmamış, Teoman beyin dolaylı daveti geri çevirmesi üzerine hevesi yarım kalmış patron, gencimizin memleketten getirdiği leblebi eşliğinde rakısını yudumlamaya başlamak üzereyken rakı adabının gereği olarak karşıda biraz muhabbet birazcık da dert ortaklığı edecek birinin olması kuralını hatırlayan gencimiz de içerideki mini buzdolabında epeyidir beklemekte olan bir bira kutusunu eline almış olarak patronunun karşısına geçmeye hazırlanıyordu ki, patronun uyarısı sessizliği bozdu;
- İşte şimdi olmadı Fahrettin! dedi patron babacan bir tavırla, ve devam etti, rakı masasında biranın ne işi var kuzum? bira içmek hamallıktır yahu! (patron emekçiden yana olduğunu unutmuştu galiba) sen de al bir bardak da az da olsa rakı doldur bakalım. Erkek adama rakı içmek yakışır, hem de bir besin maddesidir bu meret bizler için, hele yanında taze leblebi de varsa başka bir şey de istemez ha! getir bakalım içeriden bir bardak, gerçi soğuk su yeter ama varsa buz da getir, o kadarcık olsun gelenekten uzaklaşalım, ne de olsa devrimci değil miyiz? Hahahaha! dedi. Anlaşılan rakı daha içmeden Sacit Sami beyi yumuşatmıştı. Bu merette bir efsun vardı galiba.
Şimdi yazıhane masasının iki yanında biri eski tüfek devrimci patron, öteki daha işin başında bir muhabir, artık ast üst ilişkisi ortadan kalkmış vaziyette, ince uzun bardaklara patrona biraz torpillice, gencimize de biraz pintice konan (gencimiz öyle arzu ederek kendisi öyle doldurmuştu bardağı, üzerine konan bolca buz sayesinde de eşitlik görece de olsa sağlanmıştı) bu karışım sihrini göstermeye hazırlanıyordu.
- İlk kadeh mecburi, sonrası ihtiyari, teklif var ısrar yok, tartışma var, kavga yok. Bu düstur rahmetli kayınpederimden bana miras kaldı, evvela onun ruhuna, sonra aziz Atamızın şerefine!, hadi bakalım, afiyet olsun! dedi patron ve kaldırılan kadehler (gencimiz kadehini biraz altta tutarak usul erkan bildiğini ihsas ettirmişti) hafifçe birbirine dokunduruldu, patron çölde susamışcasına büyük bir yudum, gencimiz de ayıp olmasın babından kedi su içer gibi dilinin ucuyla birer yudum aldılar. Patron keyifle bir kaç leblebiyi ağzına atarken gencimiz de -içinden tabi-, bu ne yahu, ne biçim içki bu, nasıl içerler bunu, diyerek hemen soğuk suya davrandı.
Uzunca süren bir sessizliğin ardından Sacit Sami bey kocaman bir yudum daha alarak neredeyse kadehi diplerken, gencimiz patronun ilk başta söylediği düsturuna sadık kalarak pas geçti, ama leblebinin hatırına ve patronun da tekrar kadehi vurmak üzere uzatmasıyla el mecbur ufak bir yudum daha aldı, bu zamana kadar pek rakı içmemiş, bira ve en fazla şarap içerek daha çok da vaziyeti idare etmekle geçirmişti bu içki işini gencimiz, ama bu defa masada yalnızca iki kişi olunca, hele de çok saydığı patronuna eşlik etmek gibi bir durum olunca bu taktik pek ilerlemeyecekti anlaşılan, ama yine de bazen içer gibi yapıp pas geçerek, bazen de azıcık azıcık demlenerek vaziyeti idare etmeye çalışıyordu acar muhabirimiz.
Patron ilk yükleme dozunu aldıktan sonra oldukça rahatlamış, ama bu defa da bir iç hesaplaşma veya hatıralara dalma gibi bir duruma girmişti sanki. Gencimiz ise hafif bir baş dönmesi dışında tetikte bekleyen bir emir eri gibi teyakkuz halinde ve sohbetin nasıl devam edeceği merakı içindeydi.
- İnsan aslında yalnız bir varlıktır Fahrettin, dedi, epeyce bir suskunluktan sonra ve devam etti, gençliğimde karşı kutuplarda olmamız nedeniyle Peyami Safa'yı pek sevmezdim, ama bir sebeple onun Yalnızız isimli romanını okumuştum, şimdi aklımda sadece adı kalmış sanırım, orada yazar doğu ile batının karşıtlığını ve çelişkilerini anlatıyordu ama asıl insanın hayatta yapayalnız olduğunu anlatmak istemişti sanırım. Hepimiz dünyaya çıplak ve yalnız, tek başına geliyoruz, sonunda toprağa da tek başına gidiyoruz, bunların arasında önce ana baba ve kardeşler sonra da bir çok arkadaş dost, yoldaş tanıyor, karşı cinsten neredeyse bizi tamamladığını düşündüğümüz eşler buluyor beraber oluyoruz, ama neticede iç dünyamızda çok derinlerde yalnız olduğumuzu her zaman olmasa da nazik zamanlarda ve özellikle de yorgun ve yenik hissettiğimiz anlarda daha derinden hissediyoruz. Belki de bu yalnızlık yüzünden pek de içimize sinmese de bazı gruplara, takımlara, partilere hatta açık veya gizli bir çok örgütlere giriyoruz. Belki bunların hiç biri bizi tam tatmin etmiyor, beklentilerimizi karşılamıyor, hatta hayal kırıklıklarına uğratıyor, ama biz yine de yalnız kalmamak, yalnızlık hissetmemek için grubumuzdan cemaatimizden kopamıyor, bazı yanlışlıkları da sırf sürüden ayrılanı kurt kapar atasözünü düşünerek sineye çekiyor, hatta destekliyoruz el mecbur. Zaman içinde en yakınında olduğunu bildiğin kimseler bile bir şekilde seni terk ediyor, veya sen onlardan uzaklaşıyorsun, neticede de tekrar başladığın yere, yalnızlığına dönüyorsun, seni orada hep bekleyen yalnızlığına.. dedi..
Anlaşılan Teoman beyin gelişine ne kadar sevindiyse, teklifini kibarca reddedip gidişine o kadar içerlemişti Sacit Sami bey. Gencimiz bu durumda hem ortamı yumuşatmak, hem de patronu avutmak için bir şeyler söylemek gereğini duydu;
- Herkesin bir sorumluluğu oluyor hocam dedi, mesela ben de babamın mevlüdü için işimi bir süre terk ederek memlekete gittim, ama bu çok iyi oldu, aslında gelenek ve ailevi vazife olan bu ritüel sayesinde, hem bir beklentiyi yerine getirmiş, hem de annemi, kardeşimi, yeğenimi, yakınlarımı görmüş oldum, şimdi de buradayım, işimin başına döndüm, hayat kaldığı yerden devam ediyor, işbirliği ve yardımlaşma her zaman olacak, buna hem ihtiyacımız var hem de dediğiniz sebeplerle mecburuz, değil mi? dedi.
- Benim meramım başka Fahrettin, dedi patron, hassaslaşmıştı sanki o sırada, belki alkolün verdiği rahatlama belki de düşüncelerinin ulaştığı bir seviye, ama gerçekten Sacit Sami bey, şu anda o aynen SSCB'nin dağıldığı ve herkesin leş kargaları gibi enkazın üzerine çöktüğü o zorlu ve acınası zamanlarında olduğu gibi perişan ve zavallı bir haldeydi, hani dokunsan ağlayacak derler ya, belki de öyle durumdaydı, o yüzden gencimiz ses bile çıkarmadan dinlemeye devam etti,
- Ben yalnızlıktan korkuyorum Fahrettin! dedi, sanki o koskoca patron şimdi karşısında küçülmüş, avutacak bir söz bekleyen bir çocuk gibiydi.
- Bak Teomana! dedi, helal olsun adama, o kadar kariyeri, koskoca kürsüyü, emrine amade bekleyen, ağzının içine bakan o asistan ve doçent profesör ordusunu bırak, hatta yetmez, akademik kariyer dışındaki mensubiyetlerini de bir çırpıda terk et, hem de ailene bile danışmadan yap bunları, sonra o zamana kadar bulamadığın hakikati aramaya tek başına yola çık. Sidarta Gotama da Buda olma yolunda aynı şeyi yapmıştı galiba değil mi? Sarayını, malını mülkünü terk edip ormana girmiş, bir ağacın altında yalnız başına kalmayı orada tefekküre dalmayı tercih etmişti. Neydi onu konforlu hayatından uzaklaştıran, veya bizim Teomanı her türlü titrini terk etmeye yol açan şey? Ben biraz hissedebiliyorum, ama tam anlatamıyorum, çünkü bende o cesaret yok oğlum, hiç de olmadı biliyor musun? Ben aklımın ve temel korunma içgüdülerimin yolunda giderek bana yakın gelen bir grubun içine girdim, hatta orada epeyi de yükseldim biliyorsun, ama bu yolculuk sırasında bilemezsin ne çok darbeler aldım ne ihanetler, hançerler yedim, tabi ben de çok tekmeler ve çelmeler attım doğrusu, ne yapacaksın?, hayatın gerçeği ve gereği bu oğlum, ayakta durabilmek için düşmemeye, yükselmek için de birilerinin sırtına binmeye mecbursun, zamanla sen de görecek ve öğreneceksin bunları.
Koskoca Sacit Sami bey, sanki günah çıkarıyordu şimdi, belki de gerçekleri söylüyordu kim bilir, öyle ya, hayatta kalmak için yapılacak her şey mübahtı değil mi, Darwin bu gerçeği formülize etmişti o kadar, belki etik olarak doğru bir şey değildi bu, ama söz konusu menfaat, hatta ölüm kalım meselesi olunca etik denen şey teferruat veya göz ardı edilecek bir pürüzden ibaret değil miydi?. Bu yalın gerçeği söylemek için neden bu anı seçmişti acaba patron? Besbelli ki Teoman beyin hareket ve sözlerinden etkilenmiş, sonra da kendi hayatını muhasebeye almıştı, Teoman beyin kibarca yaptığı teklifi şakaya vurarak reddederken içi sızlamıştı belki de, iç sızısına en iyi gelen şeylerden biri de şimdi karşılarında yarılanmış olan, ama şişede durduğu gibi durmayan o sıvı değil miydi? O sıvı belki yaraları tedavi edemiyordu, ama o yaraların sürekli kemirdiği vicdanları kısa süreliğine de olsa oyalıyor, avutuyordu. Bazıları bu avunmadan vaz geçemiyor, sonunda bağımlısı oluyorlardı, ama yaralar öylece duruyordu orada, yapacak başka şey yok gibiydi, aslında vardı da yapmaya yürek ve mecal yoktu galiba.
- Yalnız hisseden insan, etkilere darbelere açıktır ve korunaksızdır, diye devam etti patron, birlikten kuvvet doğar, bir elin nesi var iki elin sesi var, birimiz hepimiz hepimiz birimiz için, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz, gibi kulağa ve kalbe hoş ve ısıtıcı gelen sözler boşuna söylenmemiştir, dedi. Koca bir kalabalık uğuldayan homurdanan, nereye gideceğini bilemeyen, ne yağacağına karar veremeyen bir varlık gibidir, onu iyi bir şekilde yöneten ve yönlendiren bir lidere ihtiyacı vardır. Kovandaki işçi arıları, erkek arıları, ana kraliçeyi bilirsin, hepsinin ortak görevi kabileyi ayakta tutmak, yeni nesilleri yetiştirmek, kovanı temiz tutmak, yabancılardan ve hastalıklardan korumak gibi hep nesli devam ettirmeye, kendi kısa hayatlarına karşılık ırklarının hayatının sürmesine yönelik çalışmalar yapmaktır. Artı değer olarak ürettikleri balı, sütü, poleni, propolisi ve diğer ürünleri ise tabiatta ayılar ve benzerleri, modern hayatta ise ilk ve ilkel kapitalistler olan balcılar ellerinden alır, onlara da balın ölmeyecek kadarını bırakırlar ki üretim devam edebilsin. Tabiattaki arıların kurduğu bu düzeni insan topluluklarına da getirmenin pratik bir yöntemi olarak gördüm ve benimsedim ben sosyalizmi. Ama sosyalizmin de neticede emek sömürüsüne dayandığını gördüm, belki artı değer ancak tüm dünya sosyalist felsefe ile yönetilirse hakça bölüşülür ve neticede tüm insanlar ve doğadaki tüm canlılar sadece gerektiği kadar üretir ve adil bir şekilde bölüşür. Kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Ama ne yazık ki ayılar ve balcılar her zaman oradalar, insanlar haksızlıklara karşı çıkmadıkça, kendileri de bir şekilde başkalarının ürettiklerini yağmalamaya devam ettikçe de hep orada olacaklar. Hakikat demek ki başka bir yerde, belki de güneş gibi parlıyor ama çok uzakta, ona ulaşmak hem imkansız, hem de çok yaklaşırsan yanarsın. Güneşi zaptedeceğiz diye yola çıktık, ben yanmasan sen yanmasan diye devam ettik, sonunda bir de baktık ki bir arpa boyu yol gidememişiz. Mevlana da şiirlerinde ateş etrafında dönen kelebeklerden bahsediyor, burada hakikat yakıcı olan alev olarak betimlenmiş, öyle veya böyle, hepimiz hakikati öğrenmek istiyoruz, felsefeciler de bunu araştırıyor, din insanları da, bence hakikate giden tek bir yol yok oğlum, hatta bütün yollar hakikate çıkıyor, yeter ki sen nereye gittiğini neyi aradığını bil, yolunu şaşırma.. dedi..
Sonra da kocaman bir yudum daha almak üzere kadehini kaldırdı ve; - Bunu da Ömer Hayyam, Mevlana ve Aziz Atatürk'ün şerefine içelim, haydi! dedi.. Gencimiz de bu sözlerden etkilenmiş ve heyecanlanmıştı doğrusu, bardağında kalan son kısmı nefessiz yudumladı, anason kokulu sıvı yemek borusunu yaka yaka aşağı inerken damarlarında bir aslan kanı deveran etmeye başlamıştı galiba, bıraksalar sarı yıldızlı kırmızı bayrağı eline alıp en ön safta devrim için koşmaya başlayacaktı sanki.
Yalnızlık duygusu insana neler yaptırıyordu böyle.. Öte yandan Teoman hocayı düşündü. O ise tam tersine kalabalık grubunu terk edip yalnızlığı seçmişti. Çelişki neredeydi, niçin bunu yapmıştı, anlar gibiydi biraz, hak da veriyordu sanki o da, ama o zor bir yolu seçmişti, sarp geçitler, heyelanlar, çığ tehlikeleri, kayıp uçuruma düşmeler, donup kalmalar, hülasa her türlü belanın beklediği bir yol. Ancak kırk kuştan biri olmalıydı bu yola çıkabilmek için.
Acaba O, kırk kuştan biri mi, yoksa milyonlar içinde erimiş bir birey mi olacaktı?
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder