63- Yaralıyız
Sacit Sami bey yine düşüncelere dalmıştı. Bir süre bekleyen gencimiz hem sessizliği bozmak hem de konuya bir yön vermek çabasıyla bir şeyler söylemek ihtiyacı hissetti;
-Geçen hafta memlekete gittiğimde ilkokul öğretmenimi de ziyaret ettim hocam, dedi. Patron dikkatle dinlemeye başlamıştı. - Kendisi çok kıymetli bir öğretmenimizdi, Köy Enstitüsünün son zamanlarında mezun olmuş, kendisi de memleketimizin çocuğu zaten, uzun süreler çeşitli yerlerde öğretmenlik yapmış, sonunda benim de öğretmenim oldu, ama artık emekli ve şehrin etrafındaki bağlardan birinde yaptığı küçük bir evde karısıyla beraber yaşıyorlar dedi. Patronun bakışlarından anladığı kadarıyla öğretmeninin şu anki durumu onun da ilgisini çekmiş olmalıydı, böylece sözü getireceği noktaya doğru devam etti;
- O da şu an gönüllü olarak insanlardan uzaklaşmış ve mecbur kalmadıkça da şehre inmiyor, dışarıdan bakınca o ve kendisi gibi öğretmen emeklisi olan karısı da yalnızlık içindeymiş, adeta inzivaya çekilmiş gibi görünüyorlar, ama ben onlarda hiç bir şekilde kırgınlık, karamsarlık veya ümitsizlik görmedim, galiba durumlarından çok memnunlar hatta, yalnızlıklarını seviyorlar bile sanırım, dedi. Bundan yalnızlığın pek de korkulacak bir şey olmadığını anlatmak istiyordu şüphesiz patronuna bu toy delikanlı, biraz düşününce çizmeyi aşıyormuş gibi geldi sözleri gencimize ve hafiften pişmanlık bile duymaya başladı. Öyle ya baban yaşındaki adam yalnızlıktan korktuğunu söylüyor, sen de kalkmışsın yalnızlık iyi bir şey demeye getiriyorsun, bir şekilde patronuna akıl veriyorsun, biraz fazla kaçmadı mı bu sözler.
Neyse ki patron böyle bir hadsizlik sezmemişti bu sözlerden, ya da gencimizin saflığına ve iyi niyetine vermişti kim bilir. Biraz daha düşündükten sonra;
- Oğlum, dedi. Benim durumum farklı ondan, ona ne mutlu, güzel bir düzen kurmuş, karısıyla, hayvanları ve bağı bahçesiyle mutlu mesut yaşıyor, inşallah uzun süreler de böyle devam eder, ama bana gelirsek, gördüğün gibi arkamda kocaman bir mücadele hikayesi var ve ben mücadeleye halen de devam ediyorum, benim hayatım hiç emekli olmamak, hep yapmakta olduğum eylemlerimi sürdürmek, kısacası kendi elim ve seçimlerimle kurduğum hayat çizgimi sonuna kadar da bu şekilde sürdürmek üzerine kurgulanmış, yani bizim jargonla söylersek sürekli devrim içinde bir hayat. Bu açıdan ben görüş olarak Troçki'ye yakınım, onun gibi ölene kadar ideallerimin peşinden gideceğim. Bunda bir şey yok, ama ben de son zamanlarda aynen onun gibi yalnızlaştığımı, şartların değişmekte olduğunu görerek yenilerin deyimiyle biraz oyundan düştüğümü ve bir şekilde içinde yıllarımı geçirdiğim ve hayatımı verdiğim harp meydanından birazcık, nasıl söylesem, gözden ve gönülden uzaklaştığımı hissediyorum, bunu da normal karşılıyorum aslında, çünkü hayatın gidişi, normal akışı bu, yerimize daha heyecanlı, savaşma isteğiyle dolu gençler gelecek tabi, bunu da kastetmiyorum ben, dedi. Sonra biraz daha düşünerek ağır ağır konuşmaya başladı yeniden;
- Ben galiba kendi kendime kalmaktan, o anki yalnızlık duygusundan korkuyorum Fahrettin, dedi. Bu beni çok korkutuyor, tünelin ucunda bir ışık görüyorum sanki de, ışığın tünelin çıkışından mı geldiğini, yoksa hızla üzerime gelen bir nesnenin ışığı mı olduğunu bilemiyorum, buradaki bilinmezlik, belirsizlik beni korkutuyor, yanımda fikrini soracağım yardım isteyeceğim kimse de yok, karanlıkta tek başımayım, işte bu beni ürpertiyor, sonra da hemen bu sıkıntılı durumdan uzaklaşmak, kaçmak için kendimi eyleme, mücadeleye veriyorum. Durursam düşeceğimden korkuyorum sanki, ben de sanki bir Amok koşucusu olmuşum gibi geliyor, ben galiba yalnızlık hissinin kendisinden korkuyorum, bilememekten, belirsizlikten korkuyorum. Gelen ışığın kaynağını bilsem belki bu kadar korkmayacağım, anlatabiliyor muyum oğlum? dedi..
Fahrettin o an patronuna derin bir merhamet hissi duydu, o koskoca bir maziyi sırtlamış, heybetli görünüşlü adam, şu an karşısında küçük bir çocuk gibi korkmuş ve zavallı göründü gözüne. Ama kesinlikle bir acıma duygusu değildi bu, çünkü birazcık empati yapınca o korkunç duygu sanki onu da içine alıverecek, en küçük zerresine kadar kaplayıp yalnızlığını, çaresizliğini, sessiz ama kulakları sağır eden bir çığlık gibi ruhuna haykıracaktı. Patronunu anlıyor, ama yapacak, söyleyecek, umut verecek veya bir nebze olsun avutacak sözleri bulamıyordu. Kelin ilacı olsa kendi başına çalar misali. Şimdi ikisi birden bu trajediyi seyreden seyirci, veya oynayan oyuncu gibiydiler. Senaryo hakkında hiç bir bilgileri olmadığı halde sezgileriyle oyunun ihtişamını veya korkunçluğunu, amiyane deyişle korkunç ihtişamını temaşa ediyorlardı.
Patron bu kez boşalan bardağını kendisi doldurdu, bu iş aklına gelmeyen gencimiz de buzdolabına seğirterek biraz daha buz ve soğuk su getirerek patronunun önüne koydu ve tekrar uslu bir seyirci edasıyla patronunu dinlemeye başladı.
- Yalnızlık, dedi patron, doğuştan bizimle gelen bir gölgemiz gibi bizi takip eder, güneşli güzel günlerde biz koşup oynarken veya arzularımızın peşinde adeta kırlarda kelebek peşinde koşan bir çocuk gibi bütün dikkatimizi hedefimize verip her şeyi unuttuğumuz zamanlarda olduğu gibi farkına bile varmayız onun, ama hava biraz durgunlaşınca, ya da biz biraz yorulup durulduğumuzda, en çok da başarısızlıklarımızda, hayal kırıklıklarımızda, ihanetlere veya darbelere maruz kaldığımızda hemen karşımıza çıkıverir yalnızlığımız, o zaman ne yapacağımızı bilemeyiz, yalnızlığa alışmış ve onunla yaşamayı öğrenmiş olanlar bile kolay kolay başa çıkmazlar onunla. Ben hep ondan kaçmayı, görmezden duymazdan gelmeyi yeğ tuttum çoğu zaman, ama yorulup durulunca, insan nasıl gölgesinden kaçamaz aynen öyle, o kadim dostumuz mu diyeyim, sevmediğimiz görmek istemediğimiz bir arkadaşımız mı diyeyim artık bilemiyorum, yalnızlık duygumu sadık bir köpek gibi yanı başımda buldum. Dışarıdan bakınca ben de bizim Teomanı veya senin öğretmenini çok takdir ediyorum, mecburen ben de onların safına katılacağım, hatta katılmalıyım artık diye düşünüyorum, ama henüz daha yalnızlık korkumu yenemedim, veya ona alışamadım oğlum, bakalım nasıl başa çıkacağız bununla? dedi.. Yine birazcık idame dozu takviyesi, ve takip eden sessizlik sonunda yine konuşmaya başladı patron;
- İkinci bir derdimiz daha var oğlum, onu da söyleyip senin de keyfini iyice kaçırmayayım ama mademki bu yalnız akşamımızda böyle bir mesele açıldı, onu da söyleyeyim artık, dedi ve ifşalarına devam eden bir kader mahkûmu gibi yavaş yavaş konuşmaya devam etti;
- Hepimiz yaralıyız oğlum, dedi. İnsanın trajedisi bitmiyor, nasıl bir yazgımız varmış böyle yahu, doğduktan yani küçük cennetimizden dünya yüzüne atıldığımızdan sonra yaralanmaya başlıyoruz. Bu maddi bir yara değil anlıyorsun ya, zaman içinde ve bizler büyüdükçe çevremizden bize veya yakınımıza gelen olumsuz davranış veya sözler, hayal kırıklıkları, tatmin edilememiş istekler, bedeni hastalıklar, manevi darbeler bomboş bir kağıt olan- Tabula Rasa mı diyorlardı ona?- ruhumuzu kirletmeye başlıyor, gelen bir çizik atıyor, giden bir karalama yapıyor, bembeyaz sayfa kirlenmeye başlıyor. Zamanla biz de boş durmuyoruz tabi, bize yapılanları görüp biz de muhataplarımıza çizikler atmaya karalamalar yapmaya başlıyoruz. Arada bir iyi muameleler görerek yeni güzel sayfalar açıyor veya kirlenmiş sayfalarda silme işlemleri yapıyor olsak da aynen bilgisayar hafızası gibi yazılanların hiç biri tam olarak silinmiyor, ille de bir yerlerde kalıyor, olmadık bir zamanda özellikle darbeler alıp direncimizin düştüğü zamanlarda da karşımıza çıkıveriyor bu kirli sayfalardaki çizikler işin kötüsü, zaten derdimiz başımızdan aşkın, bir de eski hesaplar çıkınca karşımıza ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Dışarıdan yediğimiz darbeler kin duygularımızı besliyor, bizim attığımız çizikler vicdan duygumuzu yaralıyor, ruhumuz yara bere içinde bedenimiz çamurlar içinde yürümeye, aksayarak da olsa ilerlemeye çalışıyoruz. Kendi yapıp ettiklerimiz veya yakınımızda olanların yapıp ettikleri bir yana, bir de içinde yaşadığımız toplumun dolaylı olarak bize ve birbirlerine yaptıkları, süregelen zulümler, istismarlar, kirli savaşlar, pis entrikalar, yahu şimdi söylerken bile içim sıkılmaya başladı, daha neler neler, biz insanlar bütün bunlara nasıl dayanıyoruz anlamıyorum, taş olsa çatlar derler ya, ama biz çatlamıyoruz dayanıyoruz. Sisifos gibiyiz hepimiz, lanetlenmişiz sanki.. Kapanmayan, ikide bir kanayan manevi yaralarımızla, yaş ilerledikçe ortaya çıkan veya zamanla farkına vardığımız bel ağrıları, diz ağrıları gibi sürekli kendisini hatırlatan manevi yaralarımızla yaşamaya çabalıyoruz. Acaba diğer canlılarda da böyle hisler var mıdır diye düşünürüm zaman zaman; mutlaka ilkel şekilde de olsa acı, korku, kötü muameleler veya doğal düşmanlarının tehlikeleri gibi duygular vardır onlarda da, hatta bitkilerde bile bir şekilde böyle duygular, ya da duygu demeyelim bir bilgi aktarımı olduğu keşfediliyor bilim insanlarınca, ama ne yazık ki biz insanların güçlü hafızası, canlı benliği ve bencilliği yüzünden böyle yaralanmalar kaçınılmaz kaderimiz, hele toplum içinde yaşayanlar, bir savaşın ve var oluş kavgasının içinde olanlar için büsbütün kaçınılmaz bir hadise bu yaralanma. Belki inzivaya çekilen, insanlardan uzaklaşmayı tercih edenler bu yaralanmalardan bıkmış veya daha fazlasına tahammül edemeyeceklerini düşünerek böyle bir çareye başvurmuş kişilerdir ne bileyim, o açıdan da onlara ne mutlu, ama bu iyileşmez yaralar acaba insan bir başına kalınca onu daha rahatsız edici bir hale mi geliyor, veya insan yalnız kalarak bir şekilde bu yaralarını bir kedi gibi yalaya yalaya tımar mı etmeye çalışıyor bilemem, yalnızlığın bir de böyle bir riski var, veya iyi tarafı var, benim tecrübem olmadı ama bunu toplumdan uzaklaşan insanlara sormalı, onları gözleme almalı dedi.
Bir süre düşündükten sonra, patron kendi kendisine bir sonuca ulaşmış gibi yüzü aydınlandı ve gencimize dostça ve babacan bir tavırla gülümseyerek;
- Yahu Fahrettin, umarım seni çok üzmemişimdir, kusuruma bakma, konuşmalarımı bir patron, bir ağabey gibi değil, bir dost, siperde baş başa kalmış iki yaralı neferin birbirlerine anlattıkları dertleri gibi kabul et, binlerce hatta milyonlarca senedir sürmekte olan bu dünya yüzündeki hayatta o kadar uzun zaman karşısında ikimizin arasındaki yaş farkının neredeyse sıfıra yakın bir büyüklükte olduğunu düşünürsen, biz burada bu anda neredeyse iki kardeş, iki kader ortağı insan durumundayız, bunları kendi kendimize konuşmuş birer can gibiyiz şu an, bunları bir dertleşme, yazgımızla bir yüzleşme, adeta bir isyan çığlığı olarak kabul et. Uzun zamandır düşünmekte olduğum bu görüşlerim benim hayat ve insan hakkındaki izlenimlerim ve fikirlerim, fırsat düşerse daha da devam edebiliriz, artık birer kader ortağı, yoldaş gibiyiz. Ben bütün insanlığı bir kader ortağı, büyük bir organizma olarak görüyorum ve bu organizma ve onu oluşturan insanlar hakkındaki fikirlerimi görüşlerimi anlatıyorum burada. Belki yazacağınız felsefe sayfalarında bunlara da, yani insanın yalnızlığı, yaralanmışlığı, hatta dahası var; acizliği, had bilmezliği, aceleciliği, kendini beğenmişliği, korkaklığı ve cesareti, idealistliği, kahramanlığı yanında hainliği ve kurnazlığı, daha neler neler, bütün bunlara da, kısacası felsefenin konusu olan insan ve düşünce alemi olduğuna göre insanın bütün bilinen ve henüz çözülememiş ve belki de hiç çözülemeyecek olan gizemli karakterine de yer verirsiniz kim bilir? her insan ve her fikir değerlidir, hepimizin mayası aynı, o yüzden doğru veya eksik, veya yanlış, her fikir ve düşüncenin mutlaka dinlenmesi ve tartışılması gerekir. Zaten felsefe de düşünmenin ve tartışmanın yolunu ve yöntemlerini araştıran bir bilim değil mi? dedi.
Gencimiz patronunu bakışları ile onaylarken azıcık da, bu felsefe işini başımıza nereden sardık yahu, ben daha hayatımın başındayım, bana da yazık değil mi?, keşke spor veya magazin muhabiri olsaymışım, ne güzel güler eğlenirdim çalışırken, önüne çıkanlara merhaba televole! diyerek ve dedirterek geniş kitlelerin ilgisini çeken ve sonunda medya patronu olup benim ancak rüyalarımda göreceğim bir hayatı yaşayan ve fazla etliye sütlüye karışmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden gemisini yürüten biri gibi olsaydım, hoş ve boş hayatlar yaşayanların arasında canım neyi isterse onu yapmayı, kiminle beraber olmak istersem onunla olmayı, vicdan ve etik gibi boş şeyleri aklıma bile getirmeden tatlı ve renkli bir hayat yaşasaydım iyi olmaz mıydı?, böyle bir gazeteciliği ben de istemez miydim acaba? diye de düşünmeye başlamıştı doğrusu.
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder