64- Yaşadım
Patron, gencimizin içinden geçenleri anlamıştı galiba, şimdi aynen bir babanın yaramaz küçük oğluna şefkatle ve anlayışla baktığı gibi hafiften gülümseyerek bakıyordu ona. Gencimiz; vay be! patron sanki düşüncelerimi bile okuyor, bu işten gözümün korktuğunu, ya da beceremeyeceğimi düşündüğümü anladı galiba dedi, o anda da bu düşüncelerinden utandı, öte yandan da önündeki kocaman dağı görünce, o ana kadar Şirine pek de aşık olmadığını -hayıflanarak- anlayan Ferhat gibi hissetti kendisini, Ferhat olmak kolay mı oğlum! dedi sonra da içini üzüntüyle çekerek.
Patron yine ona bakmaya devam ediyordu, ama yüzündeki gülümseme gitmiş, yerine düşünceli ve mahzun bir derviş hâli gelmişti sanki.
- Sana fazla mı yükleniyoruz oğlum? dedi neden sonra, sesi yumuşak ve biraz da yorgun gelmişti sanki. Şimdi patronuna üzülmek sırası gencimizdeydi. Karşısındaki yorgun savaşçıyı, Moskova önlerinde ordusunun büyük kısmını kaybetmiş, kar ve soğuk içine işlemiş halde bata çıka Paris'e dönen, ama orada başına neler geleceğini de acı acı hisseden bir Napolyon Bonapart'a benzetmişti. Kendisini de komutanının yanı başından ayrılmayan acemi yaver olarak görüyordu o anda tabi, elinden gelse ordusunun bütün insan ve malzeme eksiğini bir anda tamamlayıp komutanını yeniden düşmanın üzerine saldırmaya hazırlamak isteyen bir yaver. Arkalarından gelen bir avuç asker ve general şimdiden bütün suçu komutanlarının üzerine yıkıp bu işten ucuz tarafından sıyrılmanın hesabı içindeydi şüphesiz. Ama o, gerekirse komutanını giyotine gidene kadar yalnız bırakmayacaktı. Yaverlik bunu gerektirmez miydi? Bu düşüncelerle bir anda içine bir güç geldi, elbette patronunun ona beslediği güveni, ve bir baba ya da ağabey gibi biraz önce bütün ruhunu ona açan, yakınlık duygusunu hissettiren bu adamın beklentisini boşa çıkarmayacaktı. Çıkaramazdı.
- Hayır hocam! dedi, ben gazeteciliği ve onun insanın başına neler getireceğini bilerek bu yola girdim, hele ilkokuldaki öğretmenimden başlayarak hep ileride bana rehber olacak kişilerin yetiştirdiği ve yurduna armağan ettiği bir genç olarak ne kadar şanslıyım ki, şimdi de burada bir başka meslek büyüğü ve idol bir insanın yanında ve kabul ederse acemi bir yardımcısı ve öğrencisi olmaktan şeref ve gurur duyan bir kişi konumundayım, üstelik bana verdiğiniz değer ve yeni vazifeler dolayısıyla da hem ülkemize hem de insanlığa ufacık da olsa bir katkım olabilirse bundan büyük bir mutluluk duyacağım, her zaman bu duygu içinde olacağıma inanıyorum ve sizin de güveninizi hiç bir zaman boşa çıkarmamak için bütün gücümle çalışacağıma söz veriyorum! dedi..
Acaba bu kısa ama ateşli nutuk, gencimizin ruhunda kopan yarısı coşku, diğer yarısı da aslan sütünün verdiği bir esriklik halinden mi kaynaklanıyordu o anda bilemeyeceğiz, ama bu cevaptan Patronun hoşlandığı şüphesizdi. Buna rağmen Sacit Sami Bey, bu sözlerden pek de gencimizin beklediği kadar etkilenmemiş görünüyordu. Gencimiz içinden, - acaba çok mu teatral bir konuşma yaptım, ya da böyle acemice ve sanki bir ilk okul öğrencisinin 23 Nisanda veya 19 Mayısta tören kürsüsüne çıkıp da gırtlağını patlatırcasına, ve söylediklerinin manasından çok sesinin gürlüğü ile kalabalıkları etkilemeye çalışan bir yeni yetme hatip adayı edasıyla yaptığı bir tirat kabilinden bir şey gibi mi oldu bu cevap diye düşünürken imdada yine patronun düşünceli konuşması yetişti;
- Hepimiz, hemen tüm canlılar, ama özellikle insan yavrusu olarak bizler doğduğumuzda ne kadar zayıf ve zavallı, tamamen ilgi ve şefkate muhtaç haldeyizdir, anamız veya o kadar bile şansımız yoksa bir ilgilenenimiz olmasa hayata tutunmamız neredeyse imkansızdır, kısa süre sonra insan bu halini unutur da hele biraz daha palazlanınca dünyanın en güçlü yaratığı gibi hisseder kendisini, bu hali neredeyse ileri yaşlarına kadar sürer hatta, ama bir sebeple aklına ölümü geliverir insanın, o zaman şöyle bir durur ve hayat muhasebesine başlar, bazıları bunları bile düşünmez tabi, herkes için söylemiyorum, ama o kaçınılmaz son bir zaman hiç akla gelmezken, hesapta yokken aniden veya hissettirerek karşına çıkıverir, tıpkı karanlık bir sokakta bir köşeden karşına çıkıveren bir hırsız veya katil gibi, önce korkarsın, kaçmayı kurtulmayı düşünürsün, sonra durumu anlar teslim olursun, başına geleceğe razı olursun, ben doğan insanlar kadar olmasa da ölmekte olan insanları da gördüm, onlar da ölüm karşısında çaresiz ve zavallı durumdaydılar, bebek doğduğunda gülen neşelenen insanlar, birisi ölürken ne kadar üzgün ve çaresizliklerinin farkında olarak sadece göz yaşları içinde karşılarlar ölümü. Belki ölümden korktukları için, kendileri de bu durumla karşılaşacaklarının farkına vardıkları için de ağlıyorlardır kim bilir. Bazı insanların ölümü çok firaklı ve üzüntüyle karşılanır, bazıları da o kadar üzmez çevrelerindekileri hatta içinde yaşadıkları toplumlarını. Neredeyse kimileri içlerinden sevinirler bile o kişinin hayatını kaybettiğine. Bu kişilerin durumu ne kötüdür değil mi?. Öylelerine acırım doğrusu, her ne kadar üzülmeyenler hatta sevinenler haklı bile olsa, hayatlarında diğer insanlara, topluma, hatta canlı cansız her varlığa kötülükleri ve zararları olmuş olsa da. Nihayetinde onlar da bir insandır, ve doğduklarında ne kadar masum ve acizlerse de sonradan zalim olurlar bu zavallılar, ama hayatlarında hangi sebeple olursa olsun onları kötülüğe, suça veya hainlik diyelim, veya daha kötü sıfatlarla nitelendirelim böyle bir duruma düşmelerinde, onların bu hale gelmesinde toplumun, şartların, aile hayatlarının, yetişmelerinin, eğitimlerindeki eksikliklerin veya benzeri desteklerin olmaması veya yetersiz olmasının payı yok mudur diye düşünürüm. Sen beni dışarıdan gördüğün kadarıyla sert, mücadeleci, tavizsiz bir insan olarak görüyor olabilirsin, ama bazen, özellikle yalnız kaldığımda, bilhassa çevremden darbe yiyip de kendimi yalnız ve yorgun hissettiğimde bu tür düşünceler de kaplar zihnimi. O yüzden suç nedir, suçlu nedir, kimdir, nasıl böyle olmuştur diye düşünürken hep zihnimin bir köşesinde bu tür, şimdiki zamanın güzel bir deyimiyle suça sürüklenmiş insanların durumları da adeta beni dürtüp durur. Belki de bu düşüncelerin etkisiyle ben suçludan çok suçla, kötü insanlardan çok kötülüğün sebepleriyle mücadele ettim, veya bu savaş içinde beni en çok bu düşüncelerim güçlü ve dirençli tuttu. Belki ben de teşhiste doğru ama tedavide yanlış veya yetersiz olan bir hekim gibi, olaylara karşı yanlış önermeler veya eylemler önermiş veya kendim böyle davranışlar sergilemiş olabilirim, ama yine bir hekim nasıl ancak yetiştiği ortam ve hocalarından aldığı bilgilerle mücehhez bir savaşçı gibiyse ben de aldığım teorik bilgiler, içinde emek verdiğim pratiklerin bende oluşturduğu beyin ve zihin gücü, savaş azmi ve iradesiyle hareket etmeye çalıştım hep, İlk çağlardaki felsefi düşünce ve akımlar günümüzde ne kadar doğru ve geçerlidir bunu düşününce görüşlerde ne kadar değişimler ve ileriye doğru olumlu gelişmeler olduğunu görüyoruz, aynı şekilde son yüz yıl içinde gelişen fikir ve eylem cereyanları da bu çağa özgüdür ve donup kalmayacak, zaman içinde gelişecek, belki de eksikleri yetersizlikleri görülüp daha çağdaş ve etkin hale geleceklerdir, işte ben de hep bu düşünce ile hareket etmeye çalıştım, her ne kadar dışarıdan belli bir fikrin yılmaz savaşçısı ve yanılmaz bir inanç ve inatla hareket eden bir kişi gibi algılansam da bu gerçeği de hiç göz ardı etmedim. Peki bacanağım Teoman'la neden ters düştüm ve neredeyse birbirimizden uzaklaşacak kadar yollarımız ayrıldı?. Bu soruyu da sık sık kendime sordum ve vardığım sonuç da şu oldu, dedi Patron. ve bir süre daha derin düşüncelere daldı tekrar.
- Galiba, İnsanın yazgısı bu Fahrettin! dedi, neden sonra. Aşık Veysel ne güzel söylemiş; ''Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa'' diye, bir ailede hemen hemen aynı şartlarda büyümüş kardeşler bile ne kadar farklı oluyor ve bambaşka yollara yöneliyorlar hayatta değil mi? Benim kardeşim, senin arkadaşların ve bir zamanlar içtiğiniz su aynı gitmeyen, okuldan mezun olurken büyük bir inanç ve samimiyetle biz hiç ayrılmayacağız, birbirimizi hiç bırakmayacağız diye yeminler ettiğimiz okul arkadaşlarımız, onsuz bir anımızın geçmeyeceğine inandığımız, ölesiye sevdiğimiz ve uğruna her şeyi göze alacağımıza yeminler ettiğimiz okul aşklarımız, mezuniyet akşamlarında hüngür hüngür ağlayarak vedalaştığımız kan kardeşlerimiz, çocukluk aşklarımız.. Sahi ne oldu onlara, hatırlarken dudaklarımızda hafif bir gülümseme, yüreğimizde buruk bir tad bırakmaktan başka ne kaldı onlardan? Her birimiz en ufak bir rüzgarda kuru yapraklar gibi savrulduk bir yerlere. Biz mi onlardan uzaklaştık, onlar mı bizi bıraktı? Ne önemi var ki bu soruların? Hayat böyle işte oğlum, dedi.
Bir süre daha karşılıklı sessizlik ve tefekkürle geçti, masada oturup gözlerini ufka dikmiş bir gemi kaptanı gibi karayı arayan gözleri Patrona artık gemisini salimen limana yanaştırmaktan başka şey düşünmeyen yorgun bir savaşçı görünümü veriyordu, gencimiz Patronuna sevgi ve hüzünle bakıyor, kendisini de acaba onunki kadar olmasa da handikaplarla dolu bir parkurun mu, yoksa sıradan bir yazı emekçisinin güvenli fakat sıkıcı bir hayatının mı beklemekte olduğunu düşünüyordu.
Geçmişiyle hesaplaşması şimdilik de olsa durmuş gibi görünen Patron daha rahat ve huzurlu bir sesle devam etti;
- Görüyorsun oğlum, bu meret adamı böyle olmadık yerlere savuruverir de içinden zor çıkarsın, bir çırpıda doğumla ölüm arası göz açıp kapayana kadar geçen şu zaman dediğimiz şey ne kadar ilginç şey, sanki o kadar badireyi ben atlatmamışım, yaşadığım her şey bir masalmış gibi geliyor bana şimdi. artık ömrümün sonuna geldiğimi, hatta eski maç spikerlerinin çok sevdiği bir deyimle inkıtaları oynamakta olduğumu hissediyor ve geriye ne bıraktım, kırdığım kalp, üzdüğüm dostlarım oldu mu, onlarla nasıl helalleşebilirim gibi düşünceler yoruyor zihnimi artık daha çok, ama yine dönüp baktığımda iyi ki böyle bir hayatım olmuş, acısıyla tatlısıyla -gerçi biraz acısı bolca oldu ama olsun bu memlekette acı sevilir ve hatta aranır- bugünlere kadar geldim, büyük fırtınalar atlatan, yelkenleri parçalanan, fark ettirmeden gövdesinde kayaların çizikler ve delikler bıraktığı kadırgamızı sağ salim limana ulaştırıp evime dönmenin hesabını yapmaktayım. Netice olarak da iyi ki böyle bir hayatı seçmişim ve iyi ki buralara kadar geldim, artık ölüm denen son limana da yanaşmak üzere olduğumu hissediyor ve yorgun ama gururlu bir yaşlı kaptan olarak seyir defterimin son yapraklarını doldurmaya çalışıyorum. İyi ki yaşadım, iyi ki böyle yaşadım diyorum, dedi.
Gencimiz sözlerin böyle aniden ve dramatik bir biçimde sonlanmasını hiç beklememişti doğrusu. Bu sözlerin bir veda konuşması mı, yoksa ihtiyar bir adamın kendi kendine bir iç konuşması mı olduğunu anlayamamıştı. Bir an, Hocam! bırakma bizi, daha benim hayallerim var, senden öğreneceklerim var, zaten babamı kaybettim, ne yazık ki onunla böyle bir konuşma imkanım bile olmamıştı, şimdi babama soramadığım şeyleri size sormaya, hayat hakkında görüş ve tavsiyelerinizi almaya, belki olur ya Jale ile ilgili fikirlerinizi ve bana o konuda da yol göstermenizi, bir arkadaş gibi dertlerime ortak olmanızı isteyecektim. Beni bırakıp gitmeyin ne olur! diye bağırarak Patronuna koşmayı, sele kapılmış kıymetli bir varlığını kurtarmak için çaresizce kendini suların içine atan bir zavallı gibi hem ağlayarak hem çırpınarak zaman denen o acımasız ve duygusuz şeyi durdurmaya çalışmak gibi beyhude bir çabaya dalmayı düşünüyordu.
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder